Sivil elit AB’ye, asker ABD’ye
Türkiye’nin temel problemlerinden biri, ekonomik elitiyle askeri elitinin ayrı saflarda bulunması; siyasi elitinin ise arada köprü kuracak bir güç ve yeteneğe sahip olmamasıdır. Türkiye’nin ekonomik eliti ağırlıklı olarak ‘Avrupacı’dır. (Şimdilerde sözü edilen ‘Rusçu’ elit, Avrupacı elitin küçük bir uzantısıdır.) Niçin? ÇünküTürkiye’nin ekonomik ilişkilerinin yüzde 65’i AB iledir. ABD ile ekonomik ilişkilerimizin payı ise yüzde 5 dolayındadır. Avrupacılık bu bağlamda mutlaka Avrupa çıkarlarının Türkiye çıkarlarına üstün tutulması değil, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde Avrupa’ya öncelik vermesinin savunulması demektir. Buna karşılık, askeri (dolayısıyla siyasi) angajmanımızın yüzde 95’i ABD iledir. Yani Türk ekonomik eliti ne kadar doğal biçimde Avrupacı ise, Türk askeri eliti aynı doğallıkla ‘Amerikancı’dır. ABD ile askeri ittifakın adeta alternatifsiz olduğunu düşünmektedir. Ekonomik elitin gerçek bir ağırlığı olsaydı, Türkiye büyük ihtimalle çoktan AB üyesi olurdu. Avrupa’nın ‘Kürtçülüğü’, Türk askeri elitinin Amerikancılığı’na tepkidir. Türkiye biraz Avrupacı olsa, Kürtler Avrupa’da iki günde siyasi kıyıma uğrarlar.
AB, Amerikancı Türkiye’yi gümrük birliğinin parçası haline getirmekle, aslında onun dış ticari ilişkilerini topyekün ipotek altına aldı. GB üyesi olmak Türkiye’ye kazançtan çok kayıp getirdi; Avrupa’ya ise hiçbir yük yüklemedi. Şimdi doğal olarak Türkiye’yi ortak güvenlik kimliğinin (Avrupa Ordusu’nun kibar adı bu) dışında tutuyor.
Onlar ortak, biz pazar
AB muhalefetine gelince. 1960 ve 70’lerde Türkiye’de bütün muhalif kanatlar AET karşıtıydı. Solcular da, dindarlar da ‘Onlar ortak, biz pazar olacağız’ diyorlardı. Bu son derece haklı, fakat abartılı bir karşı çıkıştı. İki taraf da bir anlamda içe kapalılığı, bağları kesmeyi savunuyordu. Oysa hedef, dışa açık ama yüksek verimlilikle çalışan bir ekonomik yapı oluşturmak olmalıydı. Türk ekonomik eliti sadece kısa vadeli kazanca odaklandı ve küresel pazara sırt çevirdi. Siyasi elit, ekonomik elitin suç ortaklığını seçerek kendine hayat alanı buldu. Askeri elit, her yıl milyarlarca dolar askeri araç gereç ihaleleri kazanan şirketleri ciddi bir savunma sanayii kurmaya yöneltmedi. Dilediği zaman kolayca etkileyebildiği siyasi eliti, bu hususta nedense hiç zorlamadı.
O günden bugüne özellikle silah sanayisinde bayağı değişiklikler olmuş gibi…
Hatırlarsanız 3 Ekim 1992 Türk Deniz kuvvetlerinin Muavenet gemisi ABD Saratoga uçak gemisi tarafından vurulmuştu. O sırada Almanya ile yeni gemi pazarlıkları yapılırken aynı gün Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis komutasında ABD’nin Çekiç Güç himayesinde ve Barzani bölgesindeki PKK unsurlarına karşı, Irak kuzeyine Türk Tarihi’nin en büyük kara harekatını başlatılmıştı.
4 ay sonra Eşref Bitlis’in uçağı Ankara üzerinde düşürüldü. Bu konuyu kale planını anlattığımız analizimizde daha önce ele almıştık.
Muavenet’i vuran ABD onun yerine iki tane eski gemi vererek Almanya ile yapılan gemi görüşmelerini baltalamış oldu. Aynı ABD yıllar sonra Balyoz darbe komplosu ile yine Türk Deniz kuvvetlerine büyük tahribat verecekti.
Burada soru şu. Gittikçe bağımsızlaşan silah sanayisinin kurulması ile ABD’nin Türk ordusu üzerinde ki etkisi de zayıflıyor mu?