2001 yılında 11 Eylül filmini canlı olarak seyreden Amerikan halkını bitmeyen savaşlara ikna etmek çok kolay olmuştu.
Amerika kuşatma altındaydı, özgürlük mücadelesi veriyordu, kendi topraklarında saldırıya uğramıştı, intikam yolculuğuna çıkılması gerekiyordu.
Televizyonlar kulelere çarpan uçakları, jet yakıtının acı verici ısısına katlanmak yerine kendilerini gökdelenlerden aşağı bırakan insanları canlı olarak yayınlıyordu.
Amerikan derin devleti yaşanan acıları gösteriyor, yapılan kahramanlıkları, fedakarlıkları anlatıyor, acıyı, öfkeyi, dayanışmayı canlı tutuyor ama New York’ta kontrollü patlamayla çökertilen üçüncü binayı göstermiyor, Pentagon’a çarptığı söylenen uçağın görüntüsünü yayınlamıyor/yayınlayamıyordu.
Yani hikayeyi kontrol ediyor, Afganistan ve Irak’ın imhasına gidecek süreci başlatıyordu.
“Hikayeyi kontrol edenin dünyayı kontrol etme” süreci başlıyordu.
İnsanlar New York’ta Dünya Ticaret Merkezinin yanındaki üçüncü binanın nasıl 8 saat içinde kontrollü bir patlamaya hazırlandığını ve yıkıldığını, ya da yüzlerce kamera ile dünyanın en sıkı korunan binası Pentagon’a çarpan uçağın niye bir tane bile görüntüsünün yayınlanamadığını sormaya başladığında artık çok geçti.
İslam dünyasının Moğollardan sonra 2. İstila süreci, 21. yüzyılın haçlı seferi başlamıştı.
90’lı yılların başıyla birlikte internetin hayatımıza girmesi, 2000’li yılların hızlı internet gelişimi/yayılması yeni ve çok etkili bir kitle kontrol ve propaganda silahının geliştirilmesine yol verdi.
SOSYAL MEDYA
Her zaman olduğu gibi ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde sosyal medyanın bir silah olarak algılanabilmesi epeyce bir zaman aldı. Olay anlaşıldığında atı alan Üsküdar’ı geçmiş, Facebook, Twitter, You Tube bırakın insanların evlerini, ceplerine girerek onları 24 saat izlemeye, dinlemeye başlamıştı.
Makine öğreniyordu.
Ve makinenin insanlara öğretme süreci, onların algılarını bükme süreci başlamıştı. Artık makinenin başında oturan büyük efendilerin istekleri doğrultusunda insanlar “özgür iradeleriyle” seçimlerini yapıyorlardı.
İşte bu “özgür iradelerle” yapılan ve Trump’ın kazandığı Amerika seçimlerinde Cambridge Analytica firmasının yaptığı etkiyi anlatıyor “Great Hack” (Büyük Hack) belgeseli.
Yapımcının, Amerika seçimlerinin kaybedeni Küreselcilerin Netflix kanalı olduğunu hemen not edelim.
Kısaca hatırlatmak gerekirse firma, Amerikan seçmeninin Facebook verilerini çeşitli hilelerle yasal olmayan şekilde toplamış (ki bu bilgileri Facebook’un verdiği aşikardır) analiz etmiş, belli algoritmalarla o seçmenlerin algılarının nasıl istedikleri şekilde bükülebileceğini yada daha açık bir ifadeyle nasıl Trump’a oy vermelerinin sağlanabileceğini kurgulamıştır.
Sonucu zaten biliyoruz.
Seçimi kaybeden Hillary Clinton’ın “seçimi bana Facebook kaybettirdi” sözü zaten bu konuda yapılan savaşı açıklamaktadır.
Facebook’un tüm yalanlamalarına karşı topa giren eski NSA çalışanı Edward Snowden’de “Cambridge Analytica Skandalı” üzerine şunları yazar:
“Facebook, milyonların özel hayatlarına ilişkin, kendi iradeleriyle paylaştıkları ayrıntıların çok ötesinde mahrem bilgileri kullanıp satarak para kazanır.”
Facebook’un “kurban” değil “işbirlikçi” konumunda olduğunu da söyleyen Snowden şu ifadeleri kullanır:
“Özel hayatlara ilişkin ayrıntılı kayıtları toplayıp satanlar bir zamanlar ‘istihbarat şirketi’ olarak tanımlanırdı. Şu anda kendilerini ‘sosyal medya’ olarak adlandırmaları, ‘Savaş Bakanlığı’nın ‘Savunma Bakanlığı’ oluşundan beri en başarılı kandırmacadır.”
Cambridge Analytica firması sadece datalarla çalışan bir firma değildir.
Kullandıkları diğer pis teknikleri müşteri kılığına girmiş bir İngiliz gazeteciye böbürlenerek anlatan şirket yetkililerinin kendi ağzından belgeselde dinleyebiliyorsunuz. Bu sözler Cambridge Analytica yöneticisi Mark Turnbull’a ait:
“Seçim kampanyasını hakikatler üzerine bina etmenin faydası yok, çünkü özünde bütün mesele duygulardır. İki temel dürtü vardır: umutlar ve korkular; ki çoğu dile dahi gelmemiştir, bilinçaltındadır. Sizde o tepkiyi uyandıran o şeyle karşılaşana kadar -böyle bir- korkunuz olduğunu dahi bilmiyorsunuzdur. Bizim işimiz, bu derinde yer etmiş, altta yatan korku ve endişeleri bulup çıkarmak için kovayı kuyunun herkesin yaptığından daha derine daldırmak.”
Bu sözler ise bir başka yöneticiye ait:
“Sıklıkla sahte kimlikler, sahte internet siteleri düzenliyoruz, ya da çalışmayı bir üniversitedeki araştırma projesiyle ilişkili gibi gösterebiliyoruz, turist numarası yapabiliyoruz, birçok seçenek mevcut.”
“Karanlıkta, gölgelerin içinde saklanarak birçok farklı araçla çalışmaya alışığız.”
Bu tür şirketlerin zeki bir insanın bile zeka seviyesinin çok üzerinde yaptıkları etki çalışmalarını bu kısa yazıda anlatabilmek mümkün olmadığından, eğer seçimlerde algı yönetimi, kitle manipülasyonu gibi konularla ilgiliyseniz 2015 yapımı “Our brand is crisis” (Bizim Adımız Kriz) filmini mutlaka bir değil iki kere izlemenizi tavsiye ederek belgeselden notlarımıza geçelim.
Trump’ın danışmalarından Steve Bannon’dan defalarca bahsetmiştik. Belgeselde konuşan eski çalışanlardan biri Breitbart (aşırı sağcı doktrin üzerine kurulmuş Amerikan haber yorum sitesi) editörü de olan Bannon’un takip ettiği doktrini şöyle açıklıyor:
“Toplumda kökten bir değişim yapmak istiyorsanız önce onu (toplumu) yıkmanız/parçalamanız gerekiyor. Ardından bu parçaları toplayıp vizyonunuza göre yeniden yoğurup şekillendirirsiniz.”
Herhalde tüm dünyada (ve ülkemizde de) yaşanan ülkelerin tam ortasından %50 – 50 kamplara bölünmesi insanların ülke içinde çatıştırılmaları hadiseleri gözünüzün önüne gelmiştir.
Belgeselin ana ifşaatcısı olan eski Cambridge Analytica çalışanı Brittany Kaiser’in ifadesiyle Facebook datalarından elde ettikleri bilgilerle vardıkları sonuca göre sadece fikrini değiştirebileceklerini bildikleri insanları hedef alıyorlar. Ardından şirket çalışanlarının “hedef kişilere özel dizayn ettikleri” blog, web sitesi, makale, video, reklam bombardımanına tutuluyor seçmen.
Ne zamana kadar?
Şirketin istediği adaya oy verecek kıvama gelene kadar.
“Durum bir çeşit bumerang gibi, siz datanızı internete gönderiyorsunuz. Orada analiz ediliyor ve size davranışınızı (düşüncenizi) değiştirecek hedefe kilitlenmiş bir mesaj olarak geri dönüyor” şeklinde açıklıyor yaptıkları çalışmayı Kaiser.
Bu yorumlarda belgeselden:
“İzinleri ve haberleri olmadan tüm ülkenin psikolojisiyle oynuyorsunuz. Sadece psikolojileri ile oynamakla kalmıyorsunuz demokratik süreçle de oynuyorsunuz.”
“İnsanlar propagandanın işe yaradığını kabul etmek istemezler. Çünkü kabul ettiklerinde aldanabilecekleri ile yüzleşmek zorunda kalırlar.”
Cambridge Analytica şirketi reklamında kendisini “Biz davranış/tutum değiştirme ajansıyız” diyerek tanımlıyor.
Tercüme de yanlış anlama olmasın diye şu şekilde vurgulayalım:
“Davranış, tutum, duruş değiştirtme ajansı.”
Kaiser’in deyimiyle şirketin kullandığı yöntemler savaşlarda kullanılan “silah kalitesinde teknoloji” sınıflandırmasındadırve hükümetlerin onayı olmadan kullanımı yasal değildir.
Yerimiz kalmadığı için şimdilik burada keselim ama aklımıza üşüşen şu birkaç soruyu da sormadan bitirmeyelim:
- IŞID’ın (DAEŞ/ISIS) internet üzerinden radikalleştirerek asker devşirmesinde bu teknolojiler hangi ülke/ülkeler tarafından kullanılmıştır.
- Dünyanın birçok ülkesinde girdikleri her seçimi kazanmakla övünen bu şirketi Türkiye’de birileri kullandı mı?
- Bu firmanın Türkiye’de şubesi ya da muadili var mıdır?
- Türk siyasetinde etkisi giderek artan, finansal ve yapısal olarak çok iyi organize olmuş troller sürüsünün arkasında hangi yabancı güçler ve ellerinde hangi teknolojiler bulunmaktadır.
Bu sorulara sizde kendi sorularınız ekleyebilirsiniz ama dünyada Gladyo’nun ifşa edilemediği tek ülke olan Türkiye’de cevap alamayacağınıza garanti verebiliriz.