Ömer Kayani
“Denebilir ki politika da çıkar çevreleri arasında çatışma her zaman olur ve normaldir. Ama Amerikan seçimlerinde savaşın tabiri caizse bu kadar nükleer bir hâle geldiği hemen hiç görülmemişti. Bugün için dünyanın patronu koltuğunda oturan Amerika’da 2020 yılında başkanın kim olacağının bu kadar önem kazanması sadece bir şeyin işareti olabilir. Tüm dünyayı etkileyecek büyük bir değişimin düğmesine basılmak üzere. Ve o değişim başladığında bir başka düğmedeki elin sahibinin kim olacağı bu manada oldukça büyük önem arz etmekteymiş gibi gözüküyor.”
Yukarıdaki satırlar 2019 yılının Eylül ayında kaleme aldığımız “Epstein, Koch kardeşler, Soros, Amerika’nın 2020 Savaşı” başlıklı yazımızdan.
O günden bugüne dünyada neler neler yaşadık ama en önemlisi Korona pandomimi idi.
Pandomim diyoruz çünkü bu konuda aklımıza daha iyi bir örnek gelmiyor. Korona söz konusu olduğu günden beri pandomim sanatçılarının yüzlerini boya ile kapatmasına benzer şekilde yüzleri maskeli “yetkililerin” dünya halklarına birbirini tutmayan uyarılarını dinledik, pandomim gösterisi gibi ne anlattıklarını çözmeye çalıştık.
Kafalar karıştı, insanlar paniğe sürüklendi, sistemler ve ittifaklar sorgulandı, ekonomiler çökertildi.
Bu konuyu irdeleyen eski Danimarka Başbakanı, eski NATO Genel Sekreteri ve şu anda “Demokrasilerin İttifakı Vakfı”nın başkanlığını yürüten Anders Fogh Rasmussen geçtiğimiz haftalarda “ Koronavirüs dünya genelinde demokrasinin çöküşünü hızlandırdı” başlıklı ilginç bir yazı kaleme aldı.
İngiltere’nin dünya sahnesinde otomatik pilota bağlı görüntüsü veren ve Brexit gibi pek onaylanmayan politikalarından sonra yaptığı son teklifle dünya siyasi arenasına takdir edilen bir dönüş yaptığını söylüyor Rasmussen:
“Hong Kong’a verdiği destek, Rusya’yı G7 dışında tutma konusunda gösterdiği ısrar ve sanayileşmiş demokrasilerden müteşekkil mevcut G7 grubuna Hindistan, Avustralya ve Güney Kore‘nin de gücünü ekleyerek öncü demokratik ülkelerden oluşan bir grup olarak D10‘u kurma yönündeki yenilikçi teklifiyle Birleşik Krallık son haftalarda bu algıyı değiştirmeye başladı. Westminster’ın D10 konusundaki niyeti, belirli bir ortak çıkar etrafında birleşmeyi amaçlıyor. Çinli telekom şirketi Huawei‘nin teşkil ettiği tehlike. Hedef, demokratik devletlerin 5G ağlarımızın kurulmasında Çinli sağlayıcılara alternatifler bulmak için birlikte çalışması.”
Hatırlarsanız eski Başbakanlardan rahmetli Necmettin Erbakan’ın 1997’de Bangladeş, Mısır , Endonezya, İran , Malezya, Nijerya, Pakistan ve Türkiye’nin katılımıyla kurduğu “D-8” Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (Developing 8) çok tartışılmış, belki de 28 Şubat post modern askeri darbesine giden yolun taşlarından biri olmuştu.
Bu kısa hatırlatmadan sonra devam edelim.
Şimdi İngiltere G7 ülkelerine yani Almanya, ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Kanada’dan oluşan topluluğa Hindistan, Avustralya ve Güney Kore’yi de ekleyip bunu D10 yapmak istiyormuş.
Bahsi geçen bu üç ülkenin de Çin Halk Cumhuriyeti ile olan problemlerini biliyoruz. Buna G7’nin bir ara Rusya’yı da gruba dahil ederek G8 halini aldığını ama Rusya’nın Kırım’ı ilhakı sonrasında üyeliğinin askıya alındığını (2014) ekleyerek aklımızın bir köşesinde tutalım ve Rasmussen’in makalesinden D10 konusuna devam edelim.
“İşe 5G ile başlamak, risklerin bu alanda hayli yüksek olmasından ötürü harika bir fikir. 5G tartışması sadece Çin devletinin mesajlarımızı gizlice gözleyip gözleyemeyeceğiyle ilgili bir mesele değil. Bu teknolojiye kim hakim olursa, yapay zekanın ve bir sonraki sanayi devriminin normlarını ve standartlarını belirleyecek taraf da o olacak. Çin’in bu yarışı kazanması da gelecek nesillerin küresel kurallar kitabını komünist bir diktatörlüğün yazacağı anlamına gelecek. Bu bağlamda Birleşik Krallık hükümeti, 5G ağının herhangi bir parçasında Huawei’nin rolünü yeniden gözden geçirme hakkına sahip ve bu da birçok müttefike örnek olacak nitelikte bir karar.”
Senelerdir “yapay zeka” diye haşa “yapay tanrı” oluşturmaya çalışıyorlar ve ondan izinsiz size adım bile attırmayacaklar diye yırtınıp anlatmaya çalışıyoruz, sağolsun eski NATO sekreteri olayın adını lafı hiç eğip bükmeden koymuş.
Makalesinde Kovid 19 öncesinde bile II. Dünya savaşı sonrası kurulan sistemin baskı altında olduğunu belirten Rasmussen, Rusya’nın kuralları bir kenara attığını, Çin’in işine gelen şekilde kuralları yeniden yazmaya çalıştığını, Amerika’nın kendini izole etmeyi tercih ettiğinden yakınıyor.
Kovid 19 sonrasında Batıda yaşanan bölünmelerin otokrat devletler için rahat bir zemin oluşturduğunu, doğrudan askeri müdalaleler ya da sahte haberlerle sosyal kaoslar çıkararak, hackleme yoluyla, stratejik yatırımlar üzerinden ülkelerin kıymetli varlıklarını ele geçirme benzeri taktikleri doğrudan Çin ve Rusya ile isim vererek ilişkilendiriyor eski NATO Genel Sekreterimiz.
Söylediklerinin abartılı olduğunu düşünebilecek olanlara bir örnekte sunuyor Rasmussen.
Limanları Çin tarafından satın alındıktan sonra Yunanistan “Çin’deki insan haklarıyla ilgili kınama çabalarını” AB’de engellemeye başladı.
Kısaca hayatın acı gerçeklerini özetlemiş eski Genel Sekreter.
“Kasası boşalan ülkenin ideolojisi ve idealizmi kalmaz.”
Peki ne öneriyor eski NATO Genel Sekreterimiz biraz uzunca ama noktası virgülüne dokunmadan iktibas yapalım.
“Demokrasilerin ittifakı, küresel demokratik düzenin parçalanmasını önlemek için bir süredir desteklediğim bir kavram. Birleşik bir demokratik cephe olmadan kötü adamlar demokratik devletlere karşı ilerlemeye devam edecek. Demokrasiler birbirlerinin yanında durursa kötü adamlar da geri çekilecek. 1930’larla 1940’larda öğrendiğimiz ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırılardan Salisbury sokaklarına kadar birçok kez tekrar tekrar hatırladığımız bir ders bu.
D10 ittifakı, yerleşmiş ve gelecek vaat eden demokrasilerden oluşacak. Daha fazla açık ticaret ve yatırım, istihbarat ve veri paylaşımı, gelişmekte olan demokrasilere yapılacak doğrudan destek sayesinde özgürlük ve demokrasinin hayata döndürüleceği küresel bir ekosistem yaratacak.
Üstelik bu oluşum, dünyanın çok taraflı kurumlarında, Birleşmiş Milletler (BM) ve diğer küresel organlardaki otokratlara ve diktatörlere karşı birleşik cephe oluşturacak bir kurul işlevi görebilir.”
Yukarıdaki 3 kısa paragrafa bu kadar havuç ve sopayı nasıl sığdırabilmiş Rasmussen, doğrusu tebrik ediyoruz.
Özetleyelim:
* 1930 ve 1940’larda Alman diktatörlüğüne, 11 Eylül’de Müslüman barbarlara karşı birlik olmuştuk, safları bozmayalım.
* Biz Batılılar kendi içimizde birbirimizle didişirsek güç kaybederiz, kötü adamlar gelip refahımızı elimizden alır.
* Bizim bloğa diğer ülkeleri çekebilmek için yatırım ve ticaret vaat edelim.
* BM’de ve benzeri kurumlarda ağırlığımızı topluca koyacağımız bir blok oluşturalım.
* Hindistan’ı da bu bloğa katalım ki Çin’in nüfusunu dengeleyelim ve coğrafi olarak çevreleyelim.
Malumunuz, Avrupalılar medeni ve kibar adamlardır, lafı dolaylı söylerler. Biz kendisine yardımcı olmak maksadıyla Rasmussen’in ne söylemek istediğini açıklıkla yazmaya çalıştık.
Diyeceksiniz ki, tamam buraya kadar anladık ama “bu İngiliz senaryosunda Türkiye olarak biz nerede duruyoruz?”
Nerede durduğumuzu/duracağımız bilsek/karar verebilsek herhalde ülkemizde bu kadar kıyamet kopmazdı.
Ama ille de kafa yormak isterseniz Rasmussen’in de vurgu yaptığı 1920’li – 1930’lu yıllar tartışmalarının niye hala ülke gündemimizden düşmediğine kafa yormanızda fayda vardır diye düşünüyoruz.
22 yıl kadar önce eski bir Bakanla yurtdışında sohbet ederken “Türkiye parçalanıp küçülmekle parçalanmadan devam etmek arasında seçim yapmaya çalışıyor” mealinde bir şeyler söylemişti deçok şaşırmıştık.
Cümlesinin devamını getirmemişti, sohbetin hararetinde belki de ağzından kaçmıştı.
O kişi hala Türk siyasi hayatının en önemli 10 kilit kişisi arasında.
Kapalı kapılar arkasında açıklıkla tartışılanlara bizim hayal gücümüz yetmez ama Kasım ayında yapılacak Amerikan Başkanlık seçimlerinin sonucuna göre ülkemizde yaşanacak/yaşanmayacak değişim gelecek günlere ışık tutacaktır.