Ömer Kayani
Dünyada meydana gelecek politika ve trend değişimlerini öncesinden anlamaya çalışan insanların takip ettikleri farklı yerler vardır.
Klasik akademik yöntemleri zaten biliyorsunuz.
Diğer bir yöntem olan toplumu gelmekte olana önden hazırlama/programlama ya da şuur altını şekillendirme görevlisi sinema ve Hollywood evrenini zaten yıllardır dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışıyoruz.
Çok fazla fırsat bulamasak bile zaman zaman yazılarımızda bu sinema evrenini önden besleyen politik kurgu romanlar dünyasından önemli gördüklerimizi de sütunumuza taşıyoruz.
Amerikalı ve İngiliz yazarların domine ettiği, Yahudi medya patronlarının içeriğe göre basılma/basılmama kararını verdikleri bu kurgu roman dünyasında size kötü karakter/düşman olarak sunulanlara bakarak bile gelmekte olanı öncesinden görebilirsiniz.
Bu konuları kendisine dert edinen ve benden bir jenerasyon önde olan Iraklı bir büyüğümle tevafüken Londra’da öğrencilik yaptığım yıllarda ortak bir dostumuz vasıtasıyla tanışmıştım.
Kitaplığındaki politik kurgu romanların neredeyse tamamını okuduğumu, okumadıklarımı ise daha sonra okumak üzere listeme aldığımı, geleceği bu romanlar yoluyla tahmin etmeye çalıştığımı anlayınca uzun bir sohbete başlamıştık.
Muhtemelen sene 1999 idi ve aradan geçen 20 küsur yıla rağmen o sohbetimiz hala devam ediyor.
Çünkü her ikimizde bu konuyla ilgilenen bir başkasıyla karşılaşmamıştık o güne kadar.
Aslında hala kimseyle karşılaşmadık ama neyse.
Bu dostumun evinde 1970’li yıllardan beri biriktirdiği Batı aleminde (İngiltere/Amerika) İngilizce olarak basılmış ve Müslümanları terörist, el kesen, ahlaksız, harem kuran kadın avcısı (oryantalist bakış açısı), fakir halkları acımasızca soyan paragöz tüccar (klasik Arap şeyhi tipolojisi) gösteren 5binden fazla roman vardı.
İslamın ve Müslümanların bir anda hedefe oturtulmadığını ve bunun uzun yıllar Batı toplumlarının şuur altına kurgu romanlar yoluyla sokulduğunu ben yaşım gereği 80’li yılların sonundan itibaren takip edebilmiştim ama o en az 20 yıl öncesinden başlayan bu furyanın kanıtlarını kütüphanesinde saklıyordu.
Batı toplumunun şuur altına bu “kötü Müslüman imajı” adeta kazınmıştı ve İsrail’in kurulması ve büyümesi sırasında Batı toplumlarından pek bir itiraz gelmemesinin önemli sebeplerinden birisi de buydu.
90’lı yıllarda I. Körfez savaşı ile Müslümanlara karşı başlatılacak olan savaşlar silsilesine de Batı toplumlarının şuur altları hazırlanmıştı.
Peki 1970’li yıllardan itibaren Müslümanları karikatürize eden uzun pis sakallı, çirkin burunlu, ayrık dişli, kötü bakışlı, takkeli, paragöz, kısaca iğrenç adam karikatür tipolojisinin aslında 1900’lü yılların başından beri Yahudileri karikatürize etmek için Avrupa’da çizildiğini biliyor muydunuz?
Burada gördüğünüz iki karikatürden hangisinin Yahudileri hangisinin Müslümanları temsil ettiğini söyleyebilir misiniz?
Bir fark göremediniz, değil mi?
Oysa birinci karikatür “mutlu tüccar “ olarak bilinen ve fakirleri soyan Yahudileri resmederken diğeri dünyada ve ülkemizde dindarları yobaz şeklinde resmetmek için kullanılan binlerce karikatürden sadece birisi.
Peki 1900’lü yılların başından itibaren Yahudileri bu şekilde resmeden yayınlardan sonra 1940’lı yıllarda Almanya’da ve birçok Avrupa ülkesinde Yahudilere ne yapılmıştı?
Evet anladınız sözü nereye getirmek istediğimizi.
Önce soykırım, ardından tüm Avrupa Yahudilerden temizlenmeye, aryanlaştırılmaya çalışılmıştı değil mi?
Soykırım meselesi üzerindeki tartışmalarda kimin eli kimin cebinde meselesi burada konumuz olmadığı için yaşananlar üzerinden devam edelim.
Konuyu çok iyi analiz eden Yahudi entelijensiyası, 1967 ve 1973 Arap – İsrail savaşları sonucunda iyice pekişen Filistin işgalinde düşmanları olan Müslümanları Batının hedef tahtasına oturtmak için çok verimli bir şuuraltı çalışması yaptılar.
Bu çalışmaların dünya üzerinde etkili olmasında İslam ülkelerinin demokrasiden uzak acımasız diktatörler tarafından yönetilmesinin de büyük payı olduğunu burada haklarını yememek adına not etmiş olalım.
Komünist SSCB’nin (Rusya) Batı konseptinde ve edebiyat dünyasında düşman olarak işlendiği 1945 – 1990 arası yıllarda düşman paradigmasını değiştirecek tohumları atmak için kurgu roman dünyasında çok yoğun bir çalışma yaptılar.
1990’larda SSCB çöktüğüne yeni düşman herkesin kafasında hazırdı ve bir sene bile kaybedilmedi.
Yahudiler, kendilerine dikilen kötü adam gömleğini çıkarıp adeta Müslümanların üzerine geçirirken 1940’larda Alman Nazilerinin onlar yaptığını 1990’lı yıllardan itibaren Amerikan ordusu Müslümanlara karşı yapıyordu.
Zaten 2001 yılında çevrilen 11 Eylül terör saldırıları tiyatrosu ile de İslamın hedef tahtasına oturtulması konusu resmiyet kazanmıştı.
Tüm bunları tekrardan niye anlattık?
Bugün Batı dünyasının siyasi kurgu roman sektöründe büyük bir “yeni düşman kim” karmaşası yaşanmakta.
Görebildiğimiz kadarıyla eski düşman Rusya yeniden listesinin tepesine doğru hızla yükselirken, Çin’de ona eşlik ediyor.
İslam dünyası zaten her zaman listenin tepesinde olsa da içinde bulunduğu zelil durum her gün Batılı roman okurunun karşısına televizyon ekranlarından geldiği geldiği için “büyük kötü kurt” imajında bir parça inandırıcılık sorunu yaşıyor.
Batıda yayınlanan bazı ünlü romancıların kitaplarında IŞID’ın Batılı istihbarat servisleri tarafından kurulduğu, Avrupa’da yaşanan “İslamcı” terörün arkasında aslında Rus istihbarat servislerinin olduğu konularının etkili yazarlarca işlenmesi bazı sıkıntıları açığa vuruyor.
Rusya ve Çin Batının hedef tahtasına oturmak istemediklerinden, İsrail ise kendi düşmanı Müslümanların hedef tahtasından indirilip rahat nefes almalarının kendisine stratejik bir dezavantaj olarak döneceğini bildiğinden ana hedefin değişmesini istemiyorlar.
Tabii bu sıkıntıların bir de dünya ordularına yansıması var.
Farkındaysanız geçtiğimiz ay üç ülkede “emekli askerler” (bazıları halen görevde olan) kendi ülkelerinin hükümetlerine bir çeşit ultimatom verdiler.
Dünyanın lideri ve savaşların başlatıcısı “Amerika”, İngiltere’nin AB’den çıkması sonrası birliğin en önemli askeri gücü olarak öne çıkan Afrika talancısı “Fransa” ve İslam dünyasının en önemli ordusu olan Somali’den Katar’a ve Suriye’den Libya’ya kadar erişimini genişletmiş olan “Türkiye”.
Sizi detaylara boğmadan çok kısaca hepsini inceleyelim:
Amerika’da 124 emekli general ve amiral, yayınladıkları ve Başkan Joe Biden’ı hedef alan bildiride şunları yazmışlar.
“Ulusumuz büyük bir tehlike içerisinde. 1776’daki kuruluşumuzdan bu yana hiç olmadığı kadar Anayasal Cumhuriyet olarak hayatta kalmak için mücadele ediyoruz. Çatışma; Sosyalizm ve Marksizm destekçileri ile Anayasal hürriyet ve özgürlük destekçileri arasındadır”. (…) Ülkemiz, Demokrat Kongre ve mevcut yönetim altında sola, Sosyalist ve Marksist bir tiranlık hükümetine doğru sert bir dönüş yaptı”.
Fransa’da ise emekli ve muvazzaf binden fazla general, subay ve asker 3 ayrı bildiri yayınladılar. “Ülkede büyüyen bir kaos” olduğunu iddia eden askerler Macron’a, bu kaosu engellemezse iç savaş çıkacağı ve ölümlerden sorumlu olacağı, “İslamcılık” ve banliyölerde yaşayanların Fransa’da toplumsal bölünmeye yol açtığı, askerler ve yöneticilerin bu tehlikeleri yok etmesi gerektiğini, “İslamcılığa ve Fransa’nın parçalanmasına karşı küresel bir stratejinin” geliştirilmesini talep ettiği ve “iç savaş” uyarısı yaptığı bir dosya gönderdiği ortaya çıktı.
Türkiye’de ise 103 emekli amiral yayınladıkları bildiride Atatürk ilkelerini yeniden hatırlatarak Montrö Sözleşmesi tartışmaları ile ilgili olarak “Montrö; sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye’ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşmasını tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir” demişlerdi.
Anlayacağınız Amerikan emekli askerleri sosyalizmden (Çin/Rusya ve küreseller), Fransız emekli askerleri Müslümanlardan, Türk emekli askerleri Amerika’nın Karadeniz’e inme sevdasından yakınıyorlar/hedefe koyuyorlar.
Dünyada hükümetler “yeni düşman tanımlaması” konusunda dansı uzattıkça pandemi yüzünden evde oturmaktan canı sıkılan emekli askerlerin stresi mi artıyor nedir?
Şaka bir yana, dergimizin haftalık yayınlanan son sayısında dikkatinize sunduğumuz şu analizi de yazımızı sonlandırmadan ekleyelim.
“Hükümetlerin parasal genişlemeye mazeret oluşturabilmek için ileri sürecekleri en iyi gerekçe iklim meselesi olacaktır. Bu savaştan çok daha iyi bir gerekçedir.”
Yani anlayacağınız bir de ekonomileri “birbirimizle savaşmaya ağırlık veren üretim modeliyle mi iklim değişimiyle savaşa daha çok ağırlık veren üretim modeliyle mi sürdürelim” savaşı var.
Bu dünyayı çözmeye sütunumuz yetmez, iyisi mi biz kurgu roman okumaya devam edelim.