Ömer Kayani
“Gezegenim Arrakis, gün batımında oldukça güzeldir. Uçuşan kumların arasındaki baharatı havada görebilirsiniz. Ancak akşam vakti geldiğinde baharat toplayıcıları görünür. Yabancılar gündüzün sıcağından kaçınmak için zamanla yarışırlar. Gözlerimizin önünde topraklarımızı yağmalıyorlar. Tek bildiğim şey insanlarımıza yaptıkları zulüm. Bu yabancılar, Harkonnenler, daha ben doğmadan önce gelmişler. Baharat üretimini kontrol ederek inanılmaz bir biçimde zenginleştiler. “İmparatorun” kendisinden bile daha zenginler. Savaşçılarımız “Arrakis” gezegenimizi “Harkonnenlerin” esaretinden kurtaramadılar ama bir gün Harkonnenler imparatorluk kararıyla çekip gittiler. “İmparator” neden böyle bir yolu seçti? Peki sıradaki zalimler kim olacak?”
“Çöl Gezegeni” ismiyle ülkemizde gösterime giren bilim kurgu “Dune” filmi bu anlatımla başlıyor.
Frank Herbert’in 1965’de yayınlanan “Dune” isimli bilim kurgu romanından sinemaya ilk uyarlama 1984 yılında yapılmıştı.
Üç bölüm olarak yeniden sinemaya uyarlanan filmin ilk bölümü 2021 yılında ikinci bölümü ise bu yıl yani 2024’de gösterime girdi.
Son dört senede gösterime giren iki bölümün analizine geçmeden önce hikayeyi en başından anlatan 1984 yılı yapımı filmden başlamakta yarar görüyoruz. Biz uzun versiyonunu (extended cut) seyrettiğimiz için anlatımımızda sizin seyrettiğiniz arasında bazı farklılıklar bulursanız şaşırmayın diye öncesinde uyarmış olalım.
6041 yılında evren düşünebilen yapay zekalı robotlar tarafından yönetilmektedir. İnsanlar çevreleriyle ilgilerini kopartmış yani dertsiz tasasız bir şekilde yaşamaktadırlar.
Sonra robotları olan başka insanlar gelirler ve diğer insan topluluklarını köleleri haline getirirler. Nihayetinde ise insanlar makinalara karşı “büyük ayaklanmayı” çıkararak robotlar ve yapay zeka çağını son erdirirler.
Bu konu filmde “dini haçlı seferi” gibi bir terimle anlatılmaktadır ve konu anlatılırken gösterilen hareketsiz resimlerde isyancıların elinde görünen “haç” hemen dikkatinizi çekecektir.
“Büyük ayaklanmadan” sonra insanlar tekrar aynı şeyleri yaşamamak için beyinlerini geliştirmek zorunda kalmışlar yani bir çeşit evrim geçirmişlerdir. “Yapay zeka” ve bilgisayarlar yasaklanmış, ileride dünyanın tarihini değiştirecek “zihin geliştiren okullar” kurulmuştur.
Bu anlatımlardan sonra film 4 bin yıl kadar ileriye sarıyor ve 10.191 senesine geliyoruz.
Bahsedilen zihin geliştiren okullardan sadece iki tanesi hayatta kalmıştır. Kısaca “dinciler” ve “bilimciler” diye adlandırırsak sanırız yanlış olmaz.
Ya da tam isimleriyle “Bene Gesserit” ve “Uzay Loncası” okulları.
Bu okulları incelemeye geçmeden önce evrenin yapısına bir bakalım.
Bilinen evren “Padişah İmparator” 4. Shaddam tarafından yönetilmektedir ve evet yanlış okumadınız, filmde tam olarak “Padişah” kelimesi kullanılmaktadır.
Besin zincirinin en tepesinde bulunan “Padişah İmparatorun” altında kendi gezegenleri, orduları, kültürleri/inançları ve ekonomileri olan büyük “Hanedanlar” yani “aileler” bulunmaktadır. Büyük Hanedanların toplandığı meclis benzeri bir yapı vardır ve bu sistem İmparator’un yetkileri üzerinde bir çeşit kontrol ve denge işlevini yerine getirmektedir.
Hikayenin ana kahramanı olan iki büyük hanedandan “Atreidesler” su gezegeni Caladan’ı yönetmektedirler. Diğer güçlü hanedan “Harkonnenler” ise ultra-endüstrileşmiş “Giedi Prime” gezegeni ile birlikte “Arrakis” ya da “Dune” olarak adlandırılan çöl gezegenini de yönetmektedirler.
Bu zamanda, evrendeki en değerli madde “melanj baharatıdır”. Bu baharat ömrü uzatmakta, bilinci geliştirmekte/genişletmektedir. Aynı zamanda bu baharat uzay seyahatleri için çok elzem olan bir hammaddedir.
Ve bu baharat sadece ve sadece “Dune” (kum tepeleri) olarak bilinen “Arrakis” gezegeninde bulunmaktadır. Birçok gezegenden oluşan evrenin işleyişinin kusursuzca devam edebilmesi bu gezegenden çıkarılacak baharata bağlıdır.
Gelelim evrenin siyasi yapısını anlamamızı sağlayacak “Bene Gesserit” ve “Uzay Loncası” okullarının işlevlerine.
BENE GESSERİTLER
“Bene Gesseritler” kadınlardan oluşan bir din kardeşliğidir ve okullarının amacı öncelikli olarak kız öğrencileri eğitmektir. Zihinlerini çok iyi eğittikleri için başkalarının zihinlerine girebilmekte ve etkileyebilmektedirler. Her ne kadar din kardeşliği gibi gözükseler ve İmparatorluğa “hizmet” en önemli yaşam amaçlarıymış gibi davransalarda asıl amaçları dini kullanarak evrende hükmeden ailelere, hükümetlere, yönetimlerin kilit noktalarına sızmaktır. Yani din onlar için amaç değil araçtır.
Strateji tanıdık geldi mi?
Özellikle ileride liderlere eş olacak kızları eğiterek bu yolla gizlice güce ortak olmaya çalışırlar. Hanedanlar içinde seçilmiş evlilikler yaptırarak yani bir tür “üreme programı” yöntemiyle doğaüstü güçleri olan bir insanın doğmasını sağlama peşindedirler. “Kwisatz Haderach” yani “yolun kısalması” anlamına gelen programlarının amacı, zihinsel güçleri ile “zaman ve mekan” arasında köprü kuracak bir erkeği, daha açık bir ifadeyle “peygamberi” dünyaya getirmektir.
“Kwisatz Haderach” teriminin İbranice kökenli olduğunu not etmiş olalım.
Buraya kadar ilginç geldiyse dahası da var.
Bu kız kardeşler örgütünün bir kolu da tüm evrende ilkel gezegen halklarının arasında “insanlara cennetin yolunu gösterecek olan” bir “Mehdi’nin” geleceği konusunda batıl inançlar yaymaktadırlar. Amaçları gerekirse bu batıl inançlar yoluyla bu ilkel halkları manipüle etmektir.
Hani, İsrail ve Batı İstihbarat örgütlerinin çocuğu ISIS/IŞID’ın Müslüman toplulukların beynine ekilmiş “Horasan tarafından çıkan siyah Sancaklıları gördüğünüzde, kar üzerinde sürünerek de olsa onlara gidin. Çünkü onların içinde Allah’ın halifesi Mehdî vardır” benzeri uydurma hadislerle coğrafyanın çocuklarını kandırıp kendilerine asker yapmaları ve kimsenin göremeyeceği çöllerde imha etmeleri gibi.
Hatta Bene Gesseritleri tanımlamak için bizim aklımıza yatan en yakın benzetme Cizvitler oldu. Fonetik olarak bile İngilizce okunuşlarını Türkçe yazarsak “cezüit (Cizvit)” ve “cezerit (Gesserit)” birbirlerine çok benzemiyorlar mı?
Yazar Frank Herbert romanda geçen kardeşliğe isim bulma konusunda iyi bir iş çıkarmamış mı?
Peki bu “Tanrının şövalyeleri” olarak da adlandırılan Cizvitler ne iş yaparlar derseniz, Katolik kilisesi içinde yer alan bir tarikattir. Özellikle eğitim alanında çok başarılıdırlar ve okullarında yetiştirdikleri öğrencileri ile politika, ordu ve iş dünyasının en tepelerine sızarlar. Ettikleri özel itaat yemini onlara Papalıkla ilişkilerinde özel bir konum verir. Cizvitler “Dünyanın Gezgin Azizleri”, “Kilisenin Militanları”, “Tanrının Şövalyeleri” gibi tabirlerle anılırlar. Mesela küreselleşmeden “kendilerine daha çok hareket imkanı veren bir olanak” olarak söz ederler. İnsan ruhuna, zihnine ulaşmanın en kestirme yolu olan eğitim alanı ve okullar onların aktif olduğu önemli alanlardan biridir. Ülkemizde de Cizvit okullarının tek örneği “St. Benoit’dır.
Konuyla ilgili daha fazla bilgi isterseniz, öğrencilik yıllarında Londra’da aynı evde yolumuzun kesiştiği ve uzun mutfak sohbetlerimizde bize “dinler arası diyalog” meselesinin içyüzü ile birlikte Cizvitler konusunda Vatikan’da yaptığı araştırmaları anlatan Prof. Dr Ali İsra Güngör’ün “Cizvitler” kitabını okumanızı tavsiye edebiliriz.
Neyse konuyu dağıtmadan gelelim diğer okula.
CHOAM ŞİRKETİ VE UZAY LONCASI
Evreni yöneten tüm ailelerin ortağı olduğu “CHOAM” şirketi evrenin çok uzak diyarlarına erişebilen, imparatorluğun her türlü üretim ve ticaretini kontrol eden galaksiler arası bir mega şirkettir. Ekonomiyi yönetmeye yardımcı olmak için var olan “CHOAM” Padişah İmparatora hesap vermek zorundadır. Bu nedenle, CHOAM tarafından alınan tüm önemli kararlarda son söz İmparatora aittir ve CHOAM‘da kimin yönetici olarak görev yapacağını nihai olarak onaylayan da İmparator Padişahtır.
“Space Guild” ya da “Uzay Loncası” işte burada devreye girer.
Uzay Loncası sadece matematiğe önem atfeden bir kurumdur. Yapay zeka yasaklanınca tüm işleri yapmak insanlara kalmış, bu durum insanların ışık hızında seyahat kapasitesine de ket vurmuştur. Evrendeki ticaretten sorumlu CHOAM şirketinin gemilerini kullanan Uzay Kaptanlarına olan ihtiyacını bu lonca sağlar. Bilinmeyen bir şekilde baharatı kullanan ve bunun sonucunda mutasyona uğrayan bu kaptanlar mekanı bükerek kimsenin bilmediği şekilde seyahat edebilmekte ayrıca bir şekilde geleceği de görebilmektedirler.
Hani LSD benzeri uyuşturucu maddeler kullanıp halüsinasyonlar gören, farklı bilinç düzeylerindeyken harika besteler/şarkı sözleri/şiirler ya da senaryolar yazan sanatçıları aklınıza getirin. Uzay kaptanlarını/seyyahlarını, uyuşturucuyu çok yüksek dozlarda kullanıp çok daha üst bilinç düzeylerine ulaşabilen canlılar olarak düşünebilirsiniz.
Kısaca gemilerin hareket etmesi için gereken enerjiden tutun da yukarıda bahsettiğimiz tüm işlerde baharat kullanılmaktadır.
Dolayısıyla, “her ne olursa olsun baharat akışı kesilmemelidir” düsturu tüm evrende yineticiler tarafından kabul ettirilmiş bir kuraldır ve kalan her şey ikinci plana atılmaktadır.
Bundan sonrasını çok kısaca anlatalım ki yorumlarımızı okumaya sabrınız kalsın.
Düklerinin adı “Vladimir”, hanedanlarının sembolü “orak” ve gezegen sakinlerinin adeta birer “ayı” gibi olduğu “Harkonnen” ailesi çöl gezegeni Dune’dan baharatı çıkarıp evrenin kullanımına sunmakla yükümlüdür.
Hiç umulmadık bir anda Padişah İmparator ani bir karar verir ve gezegenin kontrolünü “Harkonnen” ailesinden alır.
Kontrolü Harkonnen ailesinden alıp kime mi verir?
İleride çöl gezegeninin Mehdisi olacak, annesi her daim tam tesettürlü bir Bene Gesserit cariyesi olan kahramanımız Paul Atreides’in babası Dük Leto’ya yani “Atreides” ailesine verir.
Atreidesler ortada bir tuzak olduğunun kokusunu alsalar bile yeni görevi mecburen kabul ederler ve tüm aile güzelim “su gezegenlerini” bırakarak “çöl gezegenine” gelirler.
Aile, baharat madenciliği operasyonunun işleyişini öğrenip gezegeni tanımaya çalışırken “derin çölde yaşayan” gezegenin yerlileri ilkel Fremenler ile (kolaylık olsun diye siz onları bedeviler gibi düşünün) tanışırlar.
İşte bu aşamada Padişah İmparatorun sinsi planı devreye girer.
Çöl gezegenini elinden aldığı Harkonnen ailesini, gezegenin yeni sahipleri Atreides ailesine saldırtır. İki aile arasında uzun yıllardır devam eden kan davası çok işine yaramıştır.
Ani ve deklare edilmeden başlayan savaş sonrası “Atreides” hanedanı savaşı kaybeder ve yok olurlar. İleride “Mehdimiz” olacak taht varisi “Paul Atreides” ve “Bene Gesserit” cariyesi olan annesi ise ölmeleri için çöle bırakılırlar ama “Fremenler” tarafından bulununca kurtulur ve onlara katılırlar.
Sözde Mehdimiz Paul Atreides’i çölde tek başlarına yaşayan Arap bedevilerin başına geçen “Arap Lawrence” gibi de düşünebilirsiniz kolaylık olmasını isterseniz.
Bu arada evrendeki diğer aileler, Padişah İmparatorun Harkonnenleri bu savaşa ittiği ve gizlice onlara askeri destek verdiğinden, yani “Atreides” ailesinin imha planından habersizdirler. İmparator Padişahın aynı zamanda “kuzeni” olan Atreides ailesini gözden çıkarma sebebi bu ailenin evrende giderek artan itibarı ve buldukları bazı gizli silah sistemleri ile çok güçlenmesidir.
Yeri gelmişken bir dipnot ekleyelim.
Amerikalılarla İngilizlerin birbirlerinden (ABD’nin bağımsızlığı öncesi birlikte yaşamalarına binaen) “kuzenlerimiz” diye bahsettiklerini duymuşsunuzdur, değil mi?
Sadece gelirsek, her daim eski sömürgecileri Harkonnelerler ile gerilla savaşı içinde olan Fremenler, eski düşmanlarının tekrar gezegene gelmesi ile yeniden hareketlenirler. Yüzyıllardır Cizvitler, pardon Bene Gesseritler tarafından inaçlarına sokulan hurafelerle inandırıldıkları ve daha da kötüsü inanma ihtiyacı içinde oldukları için yaşadıkları bir iki olaydan sonra Paul Atreides’in Mehdi olduğuna iyice iman ederler.
Kahramanımız Paul önceleri bu rolü üstlenip savaşta “Fremenlerin” başına geçmek istemese de babasının intikamını almak için “Mehdi” rolünü kabullenir ve liderliği üstlenerek “Harkonnenlerle” büyük bir gerilla savaşına girer.
Uzun gerilla savaşları sonunda baharatın çıkarılması ve dolayısıyla evrene arzına ciddi bir darbe vururlar. Durum ortaya çıkınca “Padişah İmparator”, baharatın akışını layıkıyla başaramayan “Harkonnen” ailesinden hesap sormak için tüm armadası ile birlikte “Dune” yani “çöl gezegenine” gelir.
Padişah İmparator, çöl gezegenine gelip Mısır piramiti gibi (ya da antik Mezopotamya vadisinde ve İran‘da terası bulunan piramitlere benzeyen tapınak kulesi ziggurat mı desek / ki bu durumda savaş alanı İran olacaktır) bir yapının üzerine uzay gemisiyle inmiştir. Devasa saltanat gemisinde Padişah İmparator Harkonnelerin dükü Vladimir’den hesap sorarken Mehdimiz ve komutasındaki Fremenler geminin yanında bir atom bombası patlatarak kalkanlarını etkisiz hale getirirler. Meğer Fremenlerin sayısı çok fazlaymış ama yeraltında yaşadıkları için bu durumdan evrende kimsenin haberi yokmuş.
Sonuçta savaşı kazanan Mehdimiz, aileleriyle birlikte Padişah İmparatoru ve Harkonnenleri esir alır.
Uzatmayalım, düellolar vb olaylardan sonra Padişah İmparator diz çökerek Mehdimiz Paul’ün yeni Padişah İmparator olmasını kabul eder. Bir Bene Gesserit olan kızı da Paul’ün gelini olacak ve böylece iş kan bağı ile mühürlenecektir.
Bununla birlikte küçük bir sorun vardır.
Evrendeki diğer aileler/hanedanlar olayı duyar duymaz tüm savaş gemileriyle gezegen üzerinde pozisyon almış ve olaya müdahale etmeyi beklemektedirler.
Sevgili “Mehdimiz” onlara da durumu açıklayan bir mesaj gönderir.
Yeni “Padişah İmparator” artık kendisidir ve tüm ailelerden egemenliğini kabul ettiklerini beyan etmelerini ister.
Aileler durumu kabullenmezler ama saldırıya da geçemezler çünkü “Mehdimiz” vaktinde gezegende gizlenmiş atom bombalarını ele geçirmiştir. Ailelerin saldırması durumunda çöl gezegendeki tüm petrol, pardon çöldeki tüm baharatı atom bombalarıyla havaya uçuracaktır.
Aileler Mehdimizin iktidarını kabul etmezler ama yapabilecekleri pek bir şey olmadığını görünce tası tarağı toplayıp gezegenin yörüngesinden ayrılırlar.
Kendisinden yeni emirlerini bekleyen Fremenlere Mehdimizin cevabı ilginçtir.
“Onlara cennete giden yolu gösterin.”
Fremenler savaş gemilerine binerken Mehdimizin Bene Gesserit rahibesi annesi ise karnındaki kız çocuğuna yani Mehdimizin henüz doğmamış kız kardeşine durumu şöyle açıklamaktadır.
“Ağabeyin büyük hanedanlara saldırıyor.”
“KUTSAL SAVAŞ BAŞLIYOR.”
Ve bu son cümleyle film sona erer.
1984 yapımı “Dune” filmi ile başlayıp serinin 2021 ve 2024 yapımı iki bölümüyle anlatımımızı burada noktaladık.
Şimdi bir bakalım elimizde neler var.
- Evrene (dünyaya) hükmeden birbirleriyle kan bağı olan aileler,
- İçinde suyun olmadığı ama yeryüzünün en önemli maddesi melanj baharatının (petrol) olduğu bir gezegen (Arabistan) ve bu gezegeni sömürüp çıkan hammeddeyi tüm evrene pazarlayan İmparator (İngiltere) ve onun dönüşümlü olarak kullandığı aileler (ABD vb),
- Gezegenlerin başına geçecek olan liderleri kendi kadınları aracılığıyla eğiten Bene Gesserit tarikatı (Cizvitler ve Dünya Ekonomik Forumu benzeri yapılar)
- Melanj baharatının (petrol) her ne olursa olsun çıkartılmasını/akışının devam etmesini isteyen Guild şirketi (Aramco vb şirketler)
- Bir yandan köleler gibi baharatlarını (petrol) çıkararak evrenin egemenlerine verirken (Batı ve aileler) diğer yandan da her daim kendilerini kurtaracak Mehdi’yi bekleyen çöl gezegeni ahalisi Fremenler (Bedeviler) ya da kısaca Dune gezegeni ahalisi (Arabistan + İslam dünyası).
- Sözde Mehdi zuhur ettiğinde bunun gerçekte aileler arası bir savaş olduğunu anlamadan savaş alanına gelip Cizvitler pardon Bene Gesseritler tarafından “şehit olmaya” doktrine edilmiş ilkel topluluklar. (İslam dünyasının ağzı açık bir şekilde Mehdi bekleyen sömürülmüş/ezilmiş halkları)
Şimdi, en yakınımızdan başlayarak şu Mehdi bekleyen ilkel halkların birkaç tanesine bir göz atalım.
Bu ve benzeri “Mesih/Mehdi/Maşiah” fantazilerine, cübbesine sarığına bakıp bir şey sandığınız ve dindar toplulukların bilinçaltlarına muhtelif yalanları filmdeki Bene Gesserit rahibeleri gibi din diye dolduran gizli görevlileri ekleyin.
Geriye ne kaldı dersiniz?
Aileler arasında evrenin yeni egemenini tayin etmek için yapılacak savaşta, ölmeye hazır ilkel kabilelerin askerlerini kim kendi tarafına çekecek meselesi kaldı, değil mi?
Derdimizi anlatabildik herhalde.
Peki filmde “Fremenler” (Bedeviler) için ne deniyordu biliyor musunuz?
“Güneyliler.”
Hazır konuyu dağıtmışken çok kısaca şu “kuzey-güney” meselesini de açık kaynaklardan alıntılayalım.
“Kuzey ve Güney, jeopolitikte ülkelerin sosyo-ekonomik ve politik özelliklerine göre gruplandırılmasını tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Güney ülkeleri, genellikle Latin Amerika, Asya, Afrika ve Okyanusya’daki bölgeleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki bölgeleri ifade eden üçüncü dünya da dahil olmak üzere bir terim ailesinden biridir. Hepsi olmasa da bu ülkelerin çoğu düşük gelirlidir ve genellikle siyasi veya kültürel olarak uçurumun bir tarafında marjinalleştirilirken, diğer tarafında Kuzey ülkeleri yer alır. Bu nedenle, terim doğası gereği coğrafi bir güneye atıfta bulunmaz; örneğin, Güney ülkeleri çoğu coğrafi olarak Kuzey yarımküre içerisinde yer almaktadır.”
Hatta aşağıdaki haritaya bakarsanız kan kırmızısı güney ülkelerinin tam kalbine minik bir mikrop gibi saplanmış ve adı İsrail olan mavi bir “kuzey ülkesi” noktacığı dikkatinizi çekecektir.
Şimdi yukarıdaki ve aşağıdaki haritaları yan yana koyup şöyle bir bakın bakalım.
Güneyin ordularını bulabildiniz mi?
Bulamadıysanız hatırlamanıza yardımcı olalım.
“Suudi Arabistan´da “Kuzeyin Gök Gürültüsü” ismiyle düzenlenen askeri tatbikat 3 hafta sürdü. 20´den fazla İslam ülkesinden 200 Bin askerin katılımıyla gerçekleşen tatbikatın 10 Mart´ta yapılan geçit töreni görüntüleri büyük yankı uyandırdı.” (Mart 2016)
Güneyin ordusu tatbikata “Kuzeyin Gök Gürültüsü” ismini vermişti.
İlginç mi?
Peki, kendisine güneylilerin ordularını müttefik yapacak olan “kuzeyli” bir “aile” bunlara filmdeki gibi “IYI” ve güzel bir bayrak iliştirebilirse, sonra da “tek din, tek millet, tek bayrak” sloganıyla güzelce doktrine edebilirse, tadından yenilmez bir “cihat”, pardon savaş olur mu yakında?
Gerçi 1984 yapımı filmde Bene Gesserit rahibesi ablamız tüyler ürperten bir ses tonu ile “cihat” diye bağırırken eliyle tuhaf bir işaret yapıyordu ama olsun.
Biz yine de sözde “Mehdi” ile kandırılmış “cihat” yapmaya gönderilebilecek güneyli askerlerin kafalarını bulandırmayalım…
Tabii “küresel güney” deyince aklınıza sadece askerleri güçleri olan güneyin ilkel ülkeleri gelmesin.
Bu işin politik ve ekonomik ayağı her geçen gün gözümüzün önünde daha bir şekilleniyor.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin de üyelik başvurusu yaptığı BRICS topluluğu ile ilgili Bloomberg’de çıkan “Küresel Güney, ABD liderliğindeki dünya düzeninden kopuyor” başlıklı haber Kuzeyin hegemonyasına Güneylilerin başkaldırısını çok güzel özetliyordu.
“Ticareti serbest bırakın. Para biriminizi ABD dolarına bağlayın. Dış politikanızı Amerika’nın politikasıyla uyumlu hale getirin. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hüküm süren dünya düzeninin temel taşı olan bu ekonomik kuralları ABD ve Batılı ortakları yazdı. Şimdi ise genellikle “Küresel Güney” olarak adlandırılan gelişmekte olan ülkeler bu kuralları sessizce gözden geçiriyor. Küresel Güney kendi geleceğini çizmek için bir şans görüyor. Hindistan‘ın eski dışişleri bakanlarından Rao, ülkesinin dijital ödemeleri gelişmekte olan ülkelere yaydığına işaret ediyor. (…) Namibya ve Zimbabve‘ye katılan Gana, elektrikli araçlar için gerekli olan lityum ihracatını yasaklamaya hazırlanıyor. Endonezya nikel cevheri ihracatını yasakladı. Arjantin, Brezilya, Şili ve Endonezya, ABD yerine Çin‘den elektrikli araç batarya tesisleri yatırımlarını memnuniyetle karşılıyor. (…) Nisan ayında Çin’i ziyaret eden Brezilya Devlet Başkanı “doların her şeye kadir olması gerektiğine kimin karar verdiğini” sordu. Tayland Merkez Bankası, bahtın değerini belirlemek için kullandığı para birimi sepetini çeşitlendirmek ve böylece dolara daha az bağlı hale getirmek için yeni planlardan bahsediyor. Endonezya, bölgesel komşuları dijital ödeme sistemleri kurarak günlük alışverişlerde dolara olan ihtiyacı azalttıkça yerel para piyasalarını güçlendiriyor. Afrika ortak bir para birimini tartışıyor (…) Jeopolitik bir unsur olarak ülkeler artık Batı ile Rusya ya da ABD ile Çin arasındaki kavgalarda taraf seçmiyor. (…) Hindistan, ABD öncülüğündeki yaptırımlara meydan okuyarak Rus petrolü satın alıyor.”
Bu güzel analizden sonra tekrar filme dönersek, konuyu anlamak kolaylaşsın diye her bir aileyi, teşbihte hata olmaz, diyerek günümüzde yaşayan bir devletle eşleştirelim.
Padişah İmparator İngiltere,
Attreides ailesi ABD,
Harkonnen ailesi Rusya,
Dune gezegeni ve Fremenler Suudi Arabistan/İslam Dünyası/Küresel Güney,
Bene Gesseritler’de Cizvitler hatta Roma/Vatikan,
“Choam” şirketi ise hani geçtiğimiz senelerde halka arzı söz konusu olunca dünyanın birbirine girdiği “Suudi Aramco” şirketi olsun.
Yani yazar Frank Herbert’in bu benzetmeleri yapacağım diye bu kadar uğraşmasına saygı duyup şu sembolleri yan yana getirmeyelim mi?
Yukarıdaki eşleştirmeleri yapınca film adeta günümüz dünyasının ve özellikle Ortadoğu’nun siyasi ve ekonomik durumunu anlatmıyor mu?
Şimdi, düşüncelerimizi serbest bırakalım ve “Dune” filmi senaryosu ile harmanlayarak şöyle kuş bakışı küresel bir gezinti yapalım.
İngiliz İmparatorluğu Osmanlı Devletini yıkabilmek için çölde bedevilerle işbirliği yaparak tüm petrol alanlarını ele geçirmiş ve imparatorluğun egemenlik süresini uzatmıştı. Bununla birlikte Almanlarla Afrika’da olan rekabetleri Avrupa kıtasında da sıcak çatışmaya dönüp iki dünya savaşı yaşanınca dünya İmparatorluğunu Amerikalılara bırakmak zorunda kaldılar..
Petrol bölgelerini istediği gibi sömüren Amerika, Rusya’ya karşı da Avrupa’nın yarısını boyunduruğu altına almış, NATO ve VARŞOVA paktları kurularak Rusya ve ABD arasında dünyanın tatlı tatlı paylaşımı başlamıştı.
Çıkan Arap-İsrail savaşları gibi küçük ölçekli savaşlarda bile her iki taraf kendi payına düşen ülkeye statükoyu bozmayacak kadar silah gönderiyordu.
1979 İran devrimi sonrası ABD bu ülkeyi kaybetmiş, Rusya’nın Afganistan işgali ile de bu dengede daha büyük çatırdamalar baş göstermişti. Kimileri İran devrimini başlatan ilkel Fremenleri organize edenin Avrupa olduğunu iddia eder. Sebep, acısını en çok Avrupa’nın duyduğu 1973 petrol ambargosunun perde arkasında Amerikalıların olduğu konusundaki şüpheleridir.
Her ne olursa olsun, bu kez Amerikalılar Afganistan’ın Fremenlerini organize ederler, hem Rusya’yı bu ülkeden çıkartırlar hem de SSCB’yi çökerterek 1990’ların başında soğuk savaşı bitirirler. Artık tek süper güç olarak kaldıkları için Amerikalılar önce Yugoslavya’yı parçalayarak Avrupa içindeki en ilkel inançlı Fremenleri (Sırpları) boyundurukları altına aldıktan sonra en iyi bildikleri çöl gezegenlerine yönelirler.
Sırasıyla önce Afganistan sonra Irak işgal edilir.
Bunu Arap baharları, Libya, Suriye vb. leri izlerken Amerika çöllerde kaybolur. Yaptığı savaşlar uzun vadeli çıkarlarını koruyacak, imparatorluğun devamını sağlayacakmış gibi gözükse bile pek öyle olmamıştır.
Soğuk savaş ile 1990’larda çökertilen Rusya, Amerikalılar sıcak savaşlarla meşgulken küllerinden yeniden doğmuştur.
Çin ise sessiz ve derinden, ABD içindeki küreselcilerden bile aldığı destekle çok ciddi bir güç haline gelmiştir. Amerika trilyonlarını savaşlara ve silahlara gömerken Çin nakit parasıyla savaşmadan dünyanın en stratejik limanlarını, yollarını, ülkelerini, maden ve minerallerini ele geçirmiştir.
Dune filminde Attreides ailesinin başına geldiği gibi, “Amerika’yı çöl gezegenlerine gönderip savaştıran/tüketen kimlerdi acaba” diye insan düşünmeden edemiyor, değil mi?
İmparator mu?
Şu satırları iki sene önce kaleme aldığımız “Soluk renkli at dünyanın üzerinde tepinirken” başlıklı makalemizden.
“Rusya ile savaşmak yerine Rusya’yı çevreleme politikasının (Policy of Containment) uygulayıcısı Amerikalı politikacı/stratejist George Kennan’a ölümünden kısa bir süre önce “NATO’nun genişlemesi” konusu sorulduğunda kendisi bunun “büyük bir hata olacağını ve yeni bir soğuk savaşı başlatacağını” söylemişti. İngiltere Başbakanı Churchil, II. Dünya savaşı bitip Başbakanlığı kaybettikten sonra 1946 yılında Amerika’da yaptığı ünlü “demir perde” konuşması ile adeta “soğuk savaşın” fitilini ateşlemişti. Rusya’nın tekrar yeni kutup olarak karşıya yerleştirilmesi ve şeytanlaştırılması çalışmalarında yine İngiltere’nin son 4-5 yıllık büyük gayreti yine gözlerden kaçmıyor.“
Tarih tekerrür ediyor ve İngiltere AB’den ayrıldıktan sonra Rusya AB’ye doğru Ukrayna üzerinden genişlemesine başlıyor. Hem de Fransa’nın başını çektiği Avrupa’da “artık NATO’ya gerek var mı” söylemleri başladıktan sadece birkaç yıl sonra.
Amerika Avrupa’yı yeniden boyunduruğu altına almak için Rusya’nın önünü açmış olabilir mi sizce?
Hala Avrupa’da NATO’nun varlığının gerekliliğini sorgulayan kaldı mı?
Bırakın sorgulamayı, NATO üyesi olmayan son Avrupa ülkeleri bile hızla NATO’ya girmediler mi?
Tıpkı Arapların 1973 petrol ambargosu günlerinde olduğu gibi Almanya-Rusya petrol boru hattının havaya uçurulması sadece ve sadece kime yaramıştır dersiniz?
Almanya/Avrupa’nın Rusya’dan aldığı gaz/enerji kesildikten sonra Gazze açıklarından çıkarılıp Avrupa’ya bağlanmayı bekleyen enerji yatırımları için Gazze’nin dümdüz edilip Filistinlilerin soykırıma tabii tutulduklarını görmedik mi?
Gelin lafı eğip bükmeden yarışmacılarımıza bir bakalım
- Amerika ve Rusya arasında yeni bir dünya paylaşımı yapmak isteyenler,
- Rusya ve Çin ile BRICS üzerinden ortak bir Avrasya cephesi kurmak isteyenler
- Kendi ABD’lerini oluşturmak isteyen AB cephesi,
- 5 Göz üzerinden Anglo-Sakson cephenin küresel hegemonyasını devam ettirmeye çalışanlar,
- Dostu ya da düşmanı olmayıp sadece çıkarları olduğu için her oluşumun hem içinde hem dışında kalmak isteyen İngiltere,
- Tıpkı İngiltere gibi herkesle dost ilişkisi kurup her oluşumun içinde yer almak isteyen Türkiye,
- Kendi sapık planlamalarının peşinde olup ulusal kimlikleri sözde “dünyada barışı sağlama bahanesiyle” bitirme peşindeki Küreselci şeytanlar,
- Dünya bu kadar karışmışken şeytani fantazilerini çöl gezegeninin ortasında uygulamaya çalışan dünyanın en ilkel inançlı ve en vahşi Fremenleri İsrailliler.
Burada bir parantez açalım.
Malumunuz, ABD seçimleri yaklaştığı için dünya yine diken üzerinde.
Foreign Policy dergisi “2024 Gerçekten Tarihteki En Önemli Seçim mi?” diye manşet atmış.
Emin olun tarihteki en önemli seçim filan değil, çünkü aynı duyguları dünyaya yaşatanlarla ilgili “insanlık tarihinin en önemli seçimi” başlıklı yazıyı kaleme aldığımızda tarih 2020 idi.
O makalemizden şu satırları da not düşelim ki size aynı korkuları belli aralıklarla tekrar tekrar yaşatan mekanizmayı daha iyi anlayabilesiniz.
“(…) Amerikalı düşünür Noam Chomsky “iklim ve nükleer savaş tehdidi ile otoriteryanizmin yükselişinin insan ırkının yok oluşu manasında oluşturduğu riskin tarihin hiç bir döneminde bu kadar yüksek seviyede olmadığına” işaret ederek Amerikalıları Demokratların adayı Joe Biden’a oy vermeye çağırdı. Temmuz ayında da benzer şeyleri söyleyen Chomsky Kasım ayında yapılacak Amerikan Başkanlık seçimlerini “insanlık tarihinin en önemli seçimi” olarak değerlendirmişti.”
Herhalde anlatabildik ne demek istediğimizi.
Parantezi kapatarak devam edelim.
Rusya-Ukrayna savaşına NATO her geçen gün biraz daha dahil oluyor. Tüm bunlar yaşanırken Türkiye’nin de üyelik başvurusu yaptığı “BRICS” örgütünün genişleme taleplerine cevap vermeye çalıştığına tanık oluyoruz.
ABD eski Başkanı ve yeni Başkan adayı “Donald Trump” Amerikan dolarının rezerv para statüsünü kaybetmesinin ülke için felaket olacağını söyleyerek Dolar kullanımı konusunda ambargo yerine dolar kullanmayan ülkelere gümrük tarifesini artıracağını söylüyor.
Trump bunları söylerken St. Petersburg Rusya’da BRICS güvenlik zirvesi yapılıyor.
“Geleceğin dünya düzeninin parametreleri” ele alınırken, çok kutupluluğa destek, ulusların kendi kalkınma yollarını seçme hakkı, küresel siyasi ve mali-ekonomik yönetişim sistemlerinde reform yapılması ve Batı tarafından dayatılan “kurallara dayalı düzene” karşı birlikte nasıl çalışabilecekleri konuşuluyor.
Aslında Donald Trump’ın “Amerikan dolarının dünya rezerv para statüsünü kaybetmesinin ülke için felaket olacağını” söylemesi abartılmış bir bilgi değil.
Yıllar önce Amerika’nın atom bombasını yaptığı “Los Alamos” tesislerindeki süper bilgisayarlarda yapılan simülasyonda bir sorunun cevabı aranmıştı.
“Ülkede bir atom bombası patlaması mı yoksa ABD dolarının dünya rezerv para statüsünü kaybetmesi mi ABD için daha büyük felaket olur?”
“Rezerv para statüsünü kaybetmesi” diyenler doğru tahmin ettiler.
Dolayısıyla bugün artık gündelik haberlerin içinde sıklıkla duyduğumuz Rusya’nın nükleer tehditleri ile Trump’ın söylemleri birbirleriyle gayet güzel örtüşüyorlar.
Yine aynı sıralarda Rusya’nın TASS haber ajansı Ekim ayında yapılacak BRISC toplantısında blockchain tabanlı yeni dijital ödeme, ortak para birimi ve SWIFT benzeri sistemlerin çalışmalarının hazırlandığı bilgisini veriyor.
Sızan bilgiler gerçekse bu ortak para birimi neye çıpalı olacakmış biliyor musunuz?
Yüzde 40 altın yüzde 60 üye ülkelerin para birimlerinin ortak sepetine.
Bir de “Suudi Arabistan bu çalışmaya kesinlikle katılacak” demesinler mi basın açıklamasında.
Hani 2015 yılında Trump iktidara yürürken alelacele çöl gezeninde Fremen ordusu kuran Suudi Arabistan.
Neyse, yine tam bu sırada ABD Savunma Bakanlığından bir başka haber karşımıza geliyor.
“Pentagon, Avrupa ve Rusya’da nükleer silah kullanımının sonuçlarını incelemeyi planlıyor. (…) Bu durum ABD Savunma Bakanlığı’nın kamuya açık hale gelen belgelerinde yer almaktadır. Pentagon, Doğu Avrupa ve Batı Rusya’da nükleer silah kullanımını içeren bir durumun simülasyonunun yapılmasını istemiş ve Amerikalılar özellikle nükleer silah kullanımının tarım sektörü üzerindeki sonuçlarıyla ilgilenmişlerdir. Sözleşmeye göre yüklenici, “tarımın yok olmasıyla sonuçlanan küresel bir nükleer durumu simüle” etmelidir. Pentagon ayrıca yüklenicinin modellemeyi Doğu Avrupa ve Batı Rusya’nın ötesine genişletmesini, ancak eski Doğu Bloku ülkelerini de rapora dahil etmesini şart koşuyor.“
Geçmişte ne kadar çok anlatmıştık bu gelmekte olanları da komplocu muamelesi görmüştük.
Hatırladınız mı?
Avrupa’nın gazını kesen Amerika bir de üzerine tahılını keserse müttefiklik ilişkileri daha da ilginç bir hal almaz mı?
Ama konularımız henüz bitmedi.
BRICS’e katılım başvurusu yapan Türkiye bir süre önce ne bulsa beğenirsiniz?
“Evrende herkesin kullandığı ve uzay seyahatleri için çok elzem olan “melanj baharatı” bulmuştur kesin” diyenler bildiler.
Yalnız, bilim kurgu roman ve sinema dünyasından farkı gerçek dünya da bunlara “nadir elementler/nadir metaller” denmesi ve bu konuda BRICS’in bel kemiği Çin’in bir numara olması.
Türkiye BRICS’e üye olabilmek için mi “bulmak zorunda” kalmıştır yoksa “bulduğu” için mi BRICS’e başvurmuştur o tarafını biz faniler tahmin edemeyeceğiz ama rezerv keşfi dünyanın da gündemine girdi.
Tabii ülkeyi yönetenlerin bu “keşif” işlerinde sabıkası maalesef çok fazla olduğu için dünyada da bu konuya şüpheyle bakanların sayısı az sayılmaz..
Ne diyelim, umarız buldukları “melanj baharatı” bu kez doğrudur, yoksa hep birlilkte “Dune” filminin 2024 alaturka versiyonunu izlemiş olacağız.
Şimdi, buraya kadar sabırla okuduysanız elimizde olanlara son bir defa göz atıp konuyu noktalayalım.
“Fremenleri” ve “atom bombalarını” bulduk, “melanj baharatı” ve son savaşın yapılacağı “savaş meydanını” tesbit ettik.
Kalan son işimiz, Fremenlerin hangi ailenin yanında savaşa gireceğini bulmak galiba.
O zaman biraz gerilere gidelim ve ABD eski Başkanı Bill Clinton’un 1999’da TBMM’de yaptığı konuşmadan bazı bölümleri hatırlayalım:
“50 yılı aşkın bir süredir, müttefikliğimiz, zamanın karşısında kuvvetli durmuş ve Kore‘den Kosova‘ya kadar bütün imtihanları geçmiştir.”
“(…) Soğuk savaş sonrasında, ortaklığımızın çok daha önemli olduğunun farkına vardık. Birlikte, NATO’yu, 21 inci yüzyılın taleplerine adapte ediyoruz.
“Yeni bin yıla girerken ortaklığımızı daha da geliştirmeliyiz.”
“20’nci yüzyılı anlamak için, Türkiye’nin tarihi, bir anahtardır; ancak, ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki bin yılın ilk yüzyılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır.
“Türkiye’nin Doğu ile Batı’yı birleştirebilmesindeki başarısı, bu coğrafyayı göz önüne alınca, daha da önem kazanmaktadır.”
“Dağlık Karabağ’daki sorunların çözümü için uğraşmalıyız. Bölgenin enerji kaynaklarını, yeni kurulmuş bağımsız devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak ve Türkiye ile Avrupa’nın büyümesine yardımcı olacak şekilde güvenlik altına almalıyız.”
“Atatürk’ün 75 yıl önce söylediği gibi “ülkeler değişebilir; fakat, uygarlıklar bir bütündür.” Başkan Kennedy de aynı şeyi söylemişti Berlin’de “özgürlükler bülünemez” derken…”
“Bütün bunlar doğrultusunda, bölgede ve dünyada milyarlarca insanın geleceği, bu odadaki (TBMM) 25 yıl boyunca alınacak kararlara bağlı. Bu insanların hepsinin, Türkiye’nin kendini güçlü, laik, geleneklerine saygılı, geçmişinden gurur duyan; ama, Avrupa’nın da tam bir parçası olan bir ülke haline gelmesinden çıkarları var.”
“Son olarak, beraber yaratmak istediğimiz gelecek için, Avrupa’daki yandaşlarımız tarafından öngörüye ihtiyacımız var; bölünmez, demokratik ve tarihte ilk kez barış içerisinde olan Avrupa vizyonumuzun Türkiye’yi kucaklamadan gerçekleşmeyeceği öngörüsü.”
Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Topluluğunun bir üyesi değildir; fakat, ben, devamlı, Avrupa’nın bütünleşmesinin daha hızlı ve daha ileri gitmesini destekledim ve bu, Türkiye’yi de kapsar. Hâlâ Avrupa’ya dar bir görüşle bakanlar var. Onların Avrupa’ları, şu dağlarda veya şu su kütlesinde veya daha da kötüsü, insanların Tanrı’ya daha değişik şekilde ibadet etmeye başladıkları yerlerde bitebiliyor; (…) Genelde, Batı dediğimiz, nitelendirdiğimiz bu topluluk, eğer bir fikir ise, bunun kararlaştırılmış bir doğu sınırı yoktur; özgürlüğün gittiği yere kadar uzanabilir.
10 yıl önce, bu ay, Berlin Duvarı yıkıldı; Avrupa’nın üzerinden bir perde kalktı. Bu yıldönümünü kutlamanın en iyi yolu, bu özgürlük hissini yeni nesle hissettirmektir. 1989 yılında, gözümüze ilişen, birleşmeyi tamamlamanın en iyi yolu, tüm güneydoğu Avrupa’nın, Avrupa fikrine ve birliğine dahil etmektir. Bu, Sırbistan’da demokrasi demektir; bu, Ege’ de barış demektir; bu, Avrupa Birliğine tam olarak kabul edilen, başarılı ve demokratik bir Türkiye demektir.
Farkındayız, alıntıları biraz uzun tuttuk ama başka türlü anlatılamazdı.
Vakti zamanında AB ile Türkiye’yi birleştirmeye çalışan ABD Demokratları bugün komünizm benzeri tuhaf bir ideolojiyi kucaklayıp savaşçı kesilirken, eskinin savaşçıları Amerikan Cumhuriyetçileri savaş karşıtlığının bayraktarlığını yapıp küresel ticaretle yollarına devam etmek istiyorlar.
Ve ABD merkez bankası FED faizleri indirir indirmez Çin ve AB dahil dünyanın önemli merkez bankaları faizleri indirme yarışına giriyorlar.
Artık bugün, dünyanın en borçlu ülkesi ABD’nin 35 trilyon dolar borcuna karşılık bir oyun planına ihtiyacı var.
Tıpkı 1973 petrol ambargosunda yaptığı gibi enflasyonu yükseltip, yıllardır deli gibi bastığı dolarları dünyanın elinden toplaması lazım.
Bunu en iyi rakiplerinin enerji ve gıda fiyatlarını yükselterek yapabilir, değil mi?
2008 Arap baharının artan gıda fiyatları yüzünden başladığını senelerdir dilimiz döndüğünde tekrar tekrar yazıyoruz. Benzer bir şeyi Rusya dünyanın tahıl ambarı Ukrayna’ya girdiğinde de gördük.
Dünya adeta açlıkla karşı karşıya kalmıştı.
Tüm bunları gören Çin yıllar öncesinden İran’la 400 milyar doları aşan enerji anlaşmaları yapmıştı. Yetmemiş dönmüş benzer anlaşmaları Rusya ile de yapmıştı.
Yaşadığımız günlerde ABD’nin hedefe oturttuğu ülkenin, yıllar önce Ortadoğu’ya yerleştirdiği ilkel Fremenleri İsrail üzerinden İran olması sizce tesadüf mü?
Şimdilik potansiyeli test ederek arı kovanını çomakla hafifçe yokluyorlar.
Çomağı arı kovanına tamamen soktuklarında dünyada neler olacağını herkes aslında çok iyi biliyor.
Petrol arz şoku yaşandığında ve fiyatlar bir anda ikiye katlandığında ABD enflasyon ihraç etmiş ve enerji bağımlısı ülkelerin elinden fazla petro-dolarlarını çekmiş olur mu?
Bu bağlamda BRICS’in petrol ile doların bağını koparacak çalışmalar yapıyor olması anlaşılabilir bir hale geliyor mu?
Hatta bu işi kökten çözmek için çöl gezegeni Ortadoğu’nun tam ortasına yıllar önce yerleştirdikleri ilkel inançlı İsrailli Fremenlere petrol ülkelerinde bir ya da birkaç atom bombası patlattırabilirler mi?
Bakınız, Dune filminde çölde yaşayan Fremenlerin eline Atreides (ABD) ailesinden kalma kaç tane atom bombası geçmişti.
“92 atom bombası.”
Peki açık kaynaklarda İsrail’in kaç tane nükleer savaş başlığı olduğu gözüküyor?
“90 atom bombası.”
Belki de birileri filmin yönetmenine daha güncel bilgiler ulaştırmıştır, ne diyelim!
Birileri, Mesih/Mehdi/Yehuda bekleyen, beyinleri “armageddon” dogmalarıyla rahibeler tarafından sürülmüş ilkel toplumları, kutsal savaşlarını petrol bölgelerinde çıkarmaları için itikliyor olabilir mi?
Hatta daha birkaç ay önce CIA’ye güvenmediği için brifing almadığını söyleyen ABD Başkan adayı Trump bile topa girdi ve İran’ı tehdit etti.
Malumunuz, ABD eski Başkanı ve yeni Başkan adayı “Donald Trump” Yahudilerin Hristiyanlara büyük bir başarıyla mezhep diye yutturduğu “Evanjeliklerden” büyük destek alıyor.
“Evanjelikler, hem Yahudi kutsal kitabı Eski Ahit’i hem Hıristiyan kutsal kitabı olan Yeni Ahit’i okuyan, Mesih’in gelişiyle birlikte Ortadoğu’da yaşanacak kutsal kıyamet savaşı sonrasında Mesih’in geleceğine inanırlar. “Bu yüzden savaşın çıkması gerekmektedir.” Dolayısıyla Ortadoğu’da barış, Mesih’in gelişini geciktirecek bir girişim olarak kabul edilir. Dolayısıyla “Evanjelikler barışa değil savaşa inanırlar.” Savaşı teşvik etmek de onların inanç esaslarındandır.”
Anlayacağınız Bene Gesserit rahibeleri ilkel toplumların kafalarını Mehdi/Mesih/Yehuda benzeri kavramlarla büyük bir başarı ile sürmüşler, tıpkı filmdeki gibi hasat edecekleri uygun zamanı beklemektedirler.
“Hasat vakti yaklaşıyor mu dersiniz?”
Peki Padişah İmparator (İngiltere) Atreides (ABD) ailesine yakınmış gibi davranıp tuzak kurarken filmde Bene Gezzerit rahibeleri aslında ne yapmak istiyordu, biliyor musunuz?
Atreides (ABD) ve Harkonnen (Rusya) ailelerinin çocuklarını evlendirerek aralarındaki husumeti bitirmek ve bu birliktelikten doğacak Mesih gibi bir çocukla evrende altın çağ benzeri bir düzen sağlamak.
Hani suikaste kurban giden ve dünya dengesini Avrupa ile kurmak isteyen ABD Başkanı Kennedy’nin ya da TBMM’de yaptığı konuşma ile benzer bir arzuyu dile getiren eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın isteklerinin tam tersi, Trump ve benzerlerinin istediklerinin ise aynısı.
BRICS’in en önemli üye ülkesi Çin ise sessiz ver derinden götürdüğü dünya politikasını ilk defa bir yana bırakarak Ortadoğu sahnesinde yerini alıyor, İsrail’i eleştirip Filistin Devletini destekliyor.
Hal böyle olunca ister istemez aklımıza The Economist’in 2018 kapağı geliyor.
Hatırlarsanız bu derginin her yılın başında yayınladığı kapakların aslında 5 sene sonrasında olacaklara atıf yaptığını düşündüğümüzü yıllar önce yazmıştık.
Buyrun yorumu birlikte yapalım.
Çin Devleti Başkanı Şi’nin kafasının üzerine denk gelecek bir biçimde konumlandırılmış (ama oturtulmamış) taç (dünya hükümranlığı sembolü) ve ona taretini doğrultmuş bir tank görüyorsunuz.
Anlamı açık.
“Dünyanın yeni hükümranı sen olmak istiyorsan bedeli savaştan geçiyor.”
Ama çok daha ilginci, çölleri (petrol ülkelerini) temsil eden deve ile arasına konulan “nükleer patlama” sembolü.
“Ortadoğu’ya inmenin bedeli de nükleer savaştır” denmiyor mu sizce?
2024 yılında ikinci bölümü bize seyrettirilen Dune filminin nasıl bittiğini tekrar hatırlatalım mı?
Evreni yöneten tüm ailelere mesaj gönderilerek, çöl gezegenine saldırı olması durumunda nükleer bombaların patlatılarak melanj baharatının ve haliyle evrenin işleyişinin kesintiye uğrayacağı söylenmişti.
Sözde Mehdimiz ise ailere savaş açarak kutsal savaşı başlatıyordu.
Dolayısıyla artık işimiz Dune filminin 3. bölümüne kaldı.
Filminin şu an yazım aşamasında olan son bölümü konusunda da ilginç ipuçları medyaya yansımaya başladı.
Yönetmen Denis Villeneuve, “Dune” serisinin ikinci kitabı “Dune Mesih”i farklı bir sinema felsefesiyle ele alacağını ve bu projenin kendine özgü olacağını belirtti.
Senaryonun, gazeteci Annie Jacobsen’in “Nükleer Savaş – Bir Senaryo” kitabından uyarlanacağı Nisan 2024’te duyurulmuştu.
Annie Jacobsen oldukça ilginç bir gazeteci yazar. Kitaplarını ve konuşmalarını incelemenizi tavsiye ederek devam edelim.
Dune filminin 3. bölümüne senaryo olarak adapte edilmesi beklenen Jacobsen’in kitabında Kuzey Kore Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı varsayımsal bir nükleer saldırı düzenliyor.
Kitapta ilk saldırının zaman çizelgesi ana hatlarıyla betimlenerek nükleer bombalar patladıktan sonra olacakların dakika dakika analizi yapılıyor.
Çalışmasının kaynağı ABD Savunma Bakanlığının dökümanları diyor yazar Jacobsen.
Kısaca vardığı sonucu ise şöyle açıklıyor.
“72 dakikada her şeyin yani dünyanın biteceği, 5 milyar kişinin öleceği ve ölmeyenlerin de ölmüş olmak için dua edeceği.“
Kendisiyle yapılan bir mülakatta Amerikalı emekli Albay Douglas Macgregor “İsrail kapalı kapılar arkasında İslam ülkelerini nükleer silah kullanmakla tehdit eder korkuturdu ama artık bu korku işe yaramıyor” demişti.
Sanırız “dünyanın yeniden nükleer silahlar konusunda korkutulması gerekiyor ve bu film yapılmak istenenin ipuçlarını verecektir” diye düşünüyoruz.
Nitekim “Annie Jacobsen” bir mülakatında 1983 yılında ABC televizyonu tarafından çekilen “The Day After” (ertesi gün) filminde “yıkıcı bir nükleer felaketin Kansas’ın doğusundaki küçük bir kasaba sakinleri üzerindeki etkilerini” anlattığını ve filmin Amerikan nüfusunun yarısı tarafından seyredildiğini söylüyor.
Peki bu filmin gösteriminden 7 sene sonra ne olmuştu?
SSCB yani Rusya nükleer savaşa girmeden çökmeyi kabul etmiş, soğuk savaş sona ermişti.
Hatta “Apocalypse Television – How the Day After Helped End the Cold War” (Kıyamet Televizyonu – Ertesi Gün Filmi Soğuk Savaşın Bitmesine Nasıl Yardımcı Oldu) isimli kitabında “David Craig” bu filmin ABD toplumu üzerindeki yarattığı şok edici etkiyi ve kafalarında oluşan “bu konuda ne yapılabilir” sorusunun yol açtığı politik değişimleri inceliyor.
Bu filmi izleyene kadar soğuk savaşın en şahin ABD Başkanı “Ronald Reagan” Sovyetlere karşı “kazanılabilir bir nükleer savaş” politikası gütmektedir.
Yazar Craig’in aktardığına göre danışmanlarının filmi seyretmemesi konusunda uyarılarına rağmen Reagan filmi seyreder ve günlüklerine filmden “çok derinden etkilendiğini” yazar.
Nitekim dört sene sonra 1987 yılında Sovyet Devlet Başkanı Gorbachev ile “Orta menzilli nükleer kuvvetler anlaşmasına” imza atarlarken Reagan “nükleer savaşın kazananının olmayacağını” söylemiştir.
Gördüğünüz gibi filmler sadece film değildirler.
Peki son dönemde ardı ardına büyük reklamlarla gösterime sokulan yüksek bütçeli filmler sizce çökmekte olan hangi nükleer güç/güçleri insanlığı yok edecek bu yola tevessül etmemesi konusunda uyarmaktadır?
2020 yılında “İktisadi 11 Eylül ve şuur altı hasadı” başlıklı makalemizde şöyle yazmıştık.
“Filmler birer sabandır, şuur altlarınız ise tarlalarınız. Filmler bu tarlaları sizden izinsiz sürmek için yapılır. Tarlada tohum açıp büyüyenleri, yeşerenleri siz kendi düşünceleriniz sanırsınız oysa onların sahibi tohumu atıp tarlayı sizden izinsiz sürenlerdir. Ve vakti geldiğinde kafanızda hasadı yapmaya geleceklerdir. Konuyu anladıysanız mahsülü kaptırmazsınız, sizde kalır, siz yersiniz. Anlayamadıysanız hasadı kaldırıp gidecekler ve sizi anızları yakma angaryası ile baş başa bırakacaklardır.”
Bu kadar dipnottan sonra filme geri dönersek, yazılmakta olan senaryonun Frank Herbert’in romanına pek sadık kalmayacağını anladığımız üçüncü “Dune” filminde “aslında ne olması gerekiyordu” sorusunun cevabını da “Dune Mesih” romanından bulalım.
Paul Attreides yani Mehdimizin liderliği tam bir felakete yol açar.
Fremenler “kutsal savaşta” milyarlarca insanı öldürürler ve Mehdimiz Paul bile onları durduramaz. Etrafındaki herkes ona komplo kurar, tüm sevdiklerini kaybeder, nükleer patlamada zaten gözlerini kaybetmiştir, en sonunda ölmek için çöle gider.
Hikayenin ana fikri ise şudur.
“Dini ve siyasi liderler tehlikelidir. Körü körüne bunları, bir planı, bir vizyonu, bir kehaneti ya da bir Mehdiyi takip etmek insanlığı felakete sürükler.”
Filmden şu önemli notu da atlamadan geçmeyelim.
Paul Atreides, yani nam-ı diğer sözde Mehdi ile Dune gezegeninin çöllerinde karşılaştıktan sonra sevgilisi olan “Kuzeyli” Fremenlerden “Chani” Paul’ün Mehdi filan olmadığını bilmektedir.
Aileler arası egemenlik savaşında ilkel Fremenlerin sahte kehanetlerle piyon olarak savaş alanına sürüleceğini gören “Chani” adeta transa geçerek son savaş öncesi dua etmekte olan çoğunluğunu başörtülü kadınların oluşturduğu halkını uyarmaya çalışır.
Tam bu sırada kafasından başörtüsünü çıkarmasın mı?
İnsan ister istemez düşünüyor.
Dune gezegeninin egemen prensi “Muhammed Bin Selman” bu sahneyi seyrederken ne düşünmüştür acaba?
Umarız Prensimiz MBS çok fazla kurgu roman okumuyordur çünkü morali bozulabilir.
Zira Mehdimiz Paul sonrası çocuklar çöl gezegeninin yönetimini devraldığında suyun gelip bitkilerin yeşermesi ile birlikte ekoloji değişmiş, artık petrol pardon melanj baharatı çıkarılamaz olmuştur. Böylece Fremenlerin çöl kültürü de yok olmaya başlamıştır.
Yazımızı noktalarken Dune filminin başında ekranda gördüğümüz şu sözü de atlamayalım.
“Rüyalar, derinlerden gelen mesajlardır.”
Ya filmler?
Derinlerden gelen mesajlarla birilerinin sizleri nükleer savaşla korkutmasına, dünyada istedikleri dizaynları yapmak için beyninizi korkularla esir almalarına izin vermeyin.
Ve daha da önemlisi “Bene Gesserit” rahibeleri gibi din adamı kisvesi ile etrafta dolaşıp Mehdi hurafelerini kulağınıza fısıldayanlara kanmayın, büyük güçlerin satranç tahtasında ülkemiz insanını piyon/kurşun asker yapacak politikaları size kabul ettirmeye çalışanlara kulak asmayın, prim vermeyin…