ŞİBUMİ

Galiba 2002 senesiydi. Eski bir polis istihbarat dairesi başkanı ile konuşurken bize Trevanian’ın ‘Şibumi’ romanını okuyup okumadığımızı sordu. Daha 1990 yılına girmeden önce okumuştuk hemde birkaç kere. Kendisine niye bu romana önem atfettiğini sorduğumuzda orada dünyanın enerji kaynaklarına hükmeden, ülkeleri ve istihbarat servislerini aşan ve ismine romanda ‘Ana Şirket’ denilen bir yapıdan bahsedildiğini hatırlatmıştı. Bizde enerji savaşlarının yaşandığı bugüne ışık tutacak 1979 basımı romanın bazı bölümlerini aktaralım ve biraz merakınızı kışkırtalım.

Önce yazar ve kitabın tanıtımı:
Şaşırtıcı bir kitap, şaşırtıcı bir yazar, şaşırtıcı bir kahraman, inanılmaz ölçüde karışık ve özgün bir roman kahramanı Nicholai Hel. Yarı Rus, yarı Alman asıllı koyu bir Amerikan düşmanı. Şanghay’da doğmuş, bir Japon generali tarafından büyütülmüş: bir Japon bilgesinden de “Go” oyunu öğrenmiş. Bask dili dahil yedi dili ana dili gibi konuşuyor. Plastik kartla ya da kurşun kalemle bir insanı rahatlıkla öldürebilecek ustalıkları da edinmiş. Üstün düzeydeki «yakın algılama» yeteneği yüzünden fotoğrafı bile çekilemeyen bu profesyonel terörist avcısı, terörcü, korkusuz mağaracı, yenilmez savaşçı ve gerçek filozof, günün birinde emekli olarak yaşadığı şatosundan çıkıyor; amansız ve acımasız bir dövüşe katılmak üzere…
Karşısında Ana Şirket vardır. CIA’yı bile denetim altında tutabilen bir kuruluştur bu: dünyanın bütün enerji kaynaklarını, bütün ekonomik zenginliklerini kontrol etmek istemektedir. Bir yandan da OPEC’in gözü doymaz mal mülk çılgınlarıyla da ortaklığı vardır. Trevanian… En az romanın kahramanı Nicholai Hel kadar gizlerle dolu bir yazar. Kim olduğunu yalnız yayıncısı biliyor, nerede doğduğunu ise yalnız kendi biliyor. Şu anda hangi adreste oturduğu herkesten gizli. Çocuk denecek yaşta okulu bırakıp hayata atılmış, on yıl sağda soldu serserilik etmiş, yaşanmamış saydığı bir askerlik döneminden sonra dört ayrı bilim dalında dört ayrı diploma almış doktora yapmış. Paris başta olmak üzere Tokyo, Montreal, New York, Roma gibi şehirlerde 45 yıl yaşamış, bilindiği kadarıyla yaşamı süresince elli kez mekan değiştirmiş bir yazar. Kolay unutulmayacak bir kitap elinizdeki.
Ve kitaptan alıntılarımız:
Uluslararası Görev Bağlantı Muavini, Starr’a kafasıyla kısa bir selâm verdi, Arab’a homurdanmakla yetindi. Son günlerde uğradığı dertlerin çoğundan, petrol zengini Arap şeyhlerini sorumlu tutuyordu. Bu sorunlardan biri de Bay Diamond’un CIA’nın göbeğine yerleşmesi ve her yapılana burun kıvırmasıydı. Petrolcü Araplar batıya şantaj yapmak, onları İsrail’e yaptıkları yasal ve duygusal yardımlardan alıkoymak için ilk defa petrol boykotu uyguladıklarında, Muavin’le birlikte CIA’nın diğer ileri gelenleri kafa kafaya vermişler ve NE385/8 Planını önermişlerdi. Bu planın bir adı da “6 Saniye Savaşı” idi. Plana göre CIA’nın desteklediği dindar İslam Maoist Falanj kuvvetleri Arap devletlerini hırstan ve açgözlülükten kurtarabilmek için tüm petrol tesislerinin yüzde seksenini bir dakika bile sürmeyen bir harekât sonucu işgal ediverecekti. Tabii korkuya kapılıp güneyde Rodezya’ya, kuzeyde İskandinavya’ya kadar kaçmış olabilecek Arap ve Mısır askerlerini derleyip toplamak sonradan belki üç ay kadar sürebilirdi ya… neyse.
Ve derken günün birinde Bay Diamond’la az sayıdaki yardımcıları Merkeze gelip yazılı emir ve yetki belgelerini gösterdiler. Bu belgelere göre petrol üreten ülkelerle direkt veya teğet ilişkisi olan her konuda Ana Şirket tüm yetkilere sahipti. O güne kadar ne Muavin, ne de diğer CIA’cılar Ana Şirket’in adını bile duymuş değillerdi. Onlara hemen durum anlatıldı. Ana Şirket, batı dünyasının enerji ve istihbaratını etkili biçimde kontrol eden büyük ve uluslararası petrol, haberleşme ve ulaşım şirketlerinin bir konsorsiyumuydu. İşte bu Ana Şirket düşünmüş, taşınmış, sonunda kendi kârlarını iki yıl içinde üç katına çıkartmaya yardımcı olan petrolcü dostlarına zarar verilmesini uygun bulmamış, ve CIA’nın bu gibi işlere burnunu sokup bilir bilmez ortalığı karıştırmasına engel olmaya karar vermişti.
CIA’da hiç kimsenin aklından Bay Diamond’a veya Ana Şirkete karşı gelmek gibi bir fikir geçmedi. Ülkenin en baş yöneticilerini bile kontrol altında tutan bir gruptu çünkü bunlar. Hem direkt yardım yoluyla, hem de bazı adayları kamu önünde karalayacak ya da yüceltecek yöntemler uygulamak, Amerikan halkının “Gerçek” diye bildiği şeye yeni şekiller vermek yoluyla.
Ömrü skandallarla dolu olan CIA gibi bir kuruluşun, tundralara bile boru hattı döşeyebilen böyle bir güce karşı ne şansı olabilirdi ki? Hükümetin güneş enerjisi, ya da rüzgâr, gel-git, jeotermal enerji gibi konulardaki bilimsel araştırma bütçesini sıfıra yaklaştırmayı başaran, böylece kendilerine rakip yaratmaktan kurtulan bu örgüte kim karşı gelebilirdi?Amerikan Silâhlı Kuvvetlerindeki adamları kanalıyla bu ülke halkına atom artıklarını topraklarında barındırmayı bile kabul ettirmiş bir kuruluştu bu. O öldürücü artıkları! En ufak bir falsoda felâketten kurtuluş yoktu. Falso’nun olmamasına… hiçbir zaman olmamasına da olanak var mıydı ki?
Ana Şirket CIA’yı devralırken hükümetten hiçbir ciddi engelle karşılaşmadı. Zaten seçim yılı olduğu için böyle konularla kim uğraşırdı!Seçimden sonraki üç yıllık sakin dönemden de pek ürkmeye gerek yoktu. Çünkü Amerikan tipi temsilî hükümette genel anlayış, ülkeyi yönetecek zekâ, ahlâk ve kültüre sahip bir insanın kendini oy dilenecek kadar alçaltmasına karşıydı. Yani kısaca ifade etmek gerekirşe, Amerikan politikasında seçimi kazanabilen hiç kimse, kazanmaya lâyık değildi.
Yalnızca kısa bir süre için, çok kısa bir süre için tedirginlik geçirdi Ana Şirket. O da, bir grup saf ve genç senatörün bir Meclis araştırması istemesi olayında ortaya çıktı. Araştırmanın konusu, Arapların sahip olduğu milyonlara bir göz atıp, uzak bir ihtimal bile olsa, Amerika İsrail’e yardıma devam ettiği takdirde bunların ülke ekonomisine tehlikeli biçimde şantaj yapacak durumda olup olmadığını anlamaktı. Ama Kuveyt hükümeti bu araştırma sürdürülürse derhal paralarını geri çekip bankaları iflâs ettireceğini belirtince tehlike ortadan kalktı. Senato komisyonu verdiği raporda ülkenin şantaja karşı güçlü olup olmadığını kesin şekilde bilemeyeceklerini, çünkü araştırmalarına devam etmeye olanak bulamadıklarını belirttiler.

Sanayileşmiş dünya büyük bir ihtiyatsızlıkla kendi bekasını Arap ülkesinin petrolüne bağlamış bulunuyordu. Rezervlerin ebedî olmadığını bildikleri halde. Hattâ bayağı sınırlı olduğunu bildikleri halde. Beri yandan, şu an için teknolojik dünyanın göz bebeği olduklarını pek iyi bilen ilkel ülkeler de, kendi kayalarının ve kumlarının altında yatan hayat suyunun ve onun getirdiği politik gücün sona ermesinden önce, kendilerine daha kalıcı servetler edinmek peşine düşmüşlerdi.Bu yüzden durmadan dünyanın her tarafından arizeler satın alıyor, şirketleri ele geçiriyor, banka sistemlerine nüfuz ediyor, Batı’nm siyasal temsilcileri üzerinde maddî kontrol sağlamaya çabalıyorlardı. Bunları yaparken bazı avantajlara da sahiptiler. Bir kere çabuk iş görebiliyorlardı. Çünkü onlarda Demokrasi denilen siyasal sistemin her şeyi ağırlaştıran dolambaçlı labirenti yoktu. İkincisi, Batı’nın politikacıları yozlaşmış kimselerdi ve her türlü pazarlığa açıktı. Üçüncüsü de, batı halkı hırslı, tembel, her türlü tarih bilincinden yoksun bir toplum olup, atom çağının da etkisiyle kıyametin eşiğinde yaşamakta oldukları duygusu içindeydiler. Bu yüzden yalnızca günlerini gün etmeye bakıyor, kendi ömür süreçleri içinde rahat etmeyi ve refah sağlamayı düşünüyorlardı.
Ana Şirketi oluşturan dev enerji kuruluşları, Arap ülkelerinin şantajını her istedikleri anda kırıp yok edecek güce sahipti. Ham petrolün, kârlı bir çevre kirletme aracı haline getirilmeden önce hiçbir değeri yoktu. Onu işleyip o hale getirebilecek ve sonra dağıtımını sağlayacak olanaklar ise tümüyle Ana Şirketin elinde toplanmıştı.Ama Ana Şirketin asıl amacı, suni petrol darlıklarını âlet olarak kullanıp, sonunda tüm enerji kaynaklarının kontrolünü kendi eline geçirmekti. Kömürün de, atom enerjisinin de, güneş enerjisinin de, jeotermik enerjinin de. Bu açıdan bakıldığında, OPEC aslında Ana Şirketin işine yarıyordu. Küçük petrol darlıklarını ortaya çıkardığı için. Böyle durumlardan yararlanan Ana Şirket tundralara boru hattı döşeme olanakları bulabiliyor, hükümetlerin güneş veya rüzgâr enerjisi konularındaki araştırmalarının yolunu tıkayabiliyor, canı istediğinde fiyat kontrolünü ortadan kaldırmayı bile başarıyordu. Buna karşılık olarak ana Şirket de OPEC ülkelerine birçok bakımlardan yardımcı oluyordu. Bu yardımlardan ilk göze çarpanı, Arap petrol ambargoları sırasında Batılıların normal yolu seçip petrolün yattığı toprakları işgal etmelerini, petrolü kamu yararına açmalarını engellemekti. Bunu becerebilmek, Arapların sandığından çok daha fazla kurnazlık istiyordu. Ana Şirket bu işleri yaparken bir yandan da kendisinin Amerika’yı petrol bakımından dışa bağımlı olmaktan kurtarmaya çalıştığı izlenimini yaratmak için büyük propagandalara girişiyor, sahne, sinema ve eğlence dünyasının en sevilen kişilerini kullanarak, ve tabii onları petrol şirketlerine ortak edip sağladığı hizmetin karşılığını da vererek, kendi programları için halkın desteğini sağlıyordu. Bu programlar arasında fosil yakıt aranması, insan neslinin atom artıkları yüzünden tehlikeye atılması, denizlerin su altı petrol sondajlarıyla kirletilmesi ve yakıt taşıyan tankerlerin en kötü biçimde kullanılarak büyük tehlike yaratması da yeralmaktaydı.

Şu anda ana Şirketle OPEC kuvvetleri çok duyarlı bir geçiş devresinde bulunmaktaydılar. Birisi elindeki petrol tekelini tüm enerji kaynaklan için geçerli kılmaya çalışır, bu yolla petrol rezervleri tükendiğinde kârının azalmamasını sağlamaya uğraşırken, diğeri de elindeki petrol kazancını batı dünyasındaki gayrimenkul ve sanayi varlıklarına çevirmeye uğraşıyordu. İşte bu nazik geçiş dönemini kolayca atlatabilmek için iki taraf Bay Diamond’la Bay Able’a, önlerine çıkabilecek üç büyük engelle boğuşup onları saf dışı bırakma görev ve yetkisini vermek zorunda kalmışlardı. Bu engellerden birincisi, Filistin kurtuluş Örgütünün can sıkıcı olaylar yaratarak Arapların kazançlarından hisse kapmaya çalışması, ikincisi CIA ile onun yönettiği NSA örgütlerinin akılsız hareketleriyle işlere burunlarını sokup ortalığı karıştırmaları, üçüncüsü ise İsrailin hayatta kalmak için bencil bir inatla direnmesiydi. Yani özetlemek gerekirse, ana şirketin kuvvetini kullanarak CIA’yı ve batılı ülkeleri kontrol altında tutmak bay Diamond’un görevi, tek tek Arap ülkelerini hizaya sokmak da Bay Able’ın görevi oluyordu.Bay Able’a düşen bu ikinci görevi özellikle zordu, çünkü bu Arap ülkeleri genellikle ortaçağ diktatörlüklerinden ve kaos içinde askerî sosyalizmlerden oluşan garip karışımdı.
Gene de en büyük sorunları FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)’yü kontrol altında tutabilmekti. OPEC’in de, Ana Şirketin de gözünde, FKÖ, önemiyle kıyaslanamayacak kadar rahatsızlık veren bir mikroptu. Ama her nasılsa tarihin akışı bu topluluğu ve onların küçük bir ayrıntı düzeyinden öteye gitmeyen amacını birçok Arap ülkesine benimsetmiş bulunuyordu. Aslında FKÖ, yarattığı tüm sorunlarla birlikte ortadan kalkıverse, herkes çok daha mutlu olacaktı. Fakat ne yazık ki bunların hastalığı, çok bulaşıcı olmakla birlikte, öldürücü bir hastalık değildi.Gene de Bay Able onları sindirmek, güçsüz kılmak için elinden geleni yapıyordu. Son zamanlarda Lübnan faciasını yaratmakla da onları epey çökertmeyi, güçlerini ellerinden almayı başarmıştı.
Bununla birlikte, Filistin teröristlerinin Münih Olimpiyat saçmalığını yaratmalarına engel olamamıştı. Ve o olay yıllardan beri batıda ustaca yönetilen Yahudi aleyhtarı propagandanın bir çırpıda canına okumuş, Yahudileri tekrar zavallı kurbanlar durumuna sokmuş, herkesin vicdanında yeniden yer bulmalarını sağlamıştı.Bay Able aslında bu konuda kendine düşeni yapmış, olaydan önce Bay Diamond’u uyarmış, Diamond da Batı Alman Hükümetine haber göndermiş, onların olaya engel olacaklarını sanmıştı. Oysa Alman Hükümeti yan gelip yatmayı, olayların rahat rahat gelişmesine izin vermeyi seçmişti işte. Zaten Yahudilerin korunması Almanların vicdanında hiçbir zaman ön sırayı alan bir amaç değildi.
Evet, Diamond’la Able arasında tarih sayılabilecek kadar uzun süreli bir işbirliği, karşılıklı saygı ve hayranlık vardı. Ama dostluk yoktu. Diamond, Bay Able’ın cinsel eğilimlerinin karışıklığından tedirginlik duyuyor, bununla da yetinmeyip Arabın kültürel avantajlarına, sosyal rahatlığına gıpta ediyordu. Çünkü Diamond New York sokaklarında, hem de Batı Yakası sokaklarında büyümüştü. Sonradan yükselen bütün «pleb»ler gibi o da iyi yetiştirilmiş olmayı kusur sayan züppeliğe saplanmış gitmişti.
Bay Able da Diamond’a karşı, saklama zahmetine katlanmadığı bir aşağılama duyuyordu. Onun gözünde kendi görevi vatansever ve soylu bir görevdi.Kendi halkını, petrol bittiği zaman güçlü kılacak ortamlar yaratmaya uğraşıyordu.Diamond’un yaptığı işe ise ancak orospuluk denebilirdi. Çünkü o kendi halkının çıkarına karşı, para veren tarafın hesabına çalışıyor, serveti ve kuvvet gösterilerini her şeye tercih ediyordu. Diamond, Able’in gözünde prototipik bir Amerikalıydı. Şeref ve gurur kavramlarını kazanç şehvetine kurban eden biriydi. Zaten Amerikalıları dejenere bir halk diye düşünürdü. Bunların kibarlık anlayışı, iyi cins, yumuşak tuvalet kâğıdı kullanmakla ölçülüyordu. Otoyollarda yarışa kalkan şımarık çocukların boş vakitlerinde CB radyolarıyla oynadığı, İkinci Dünya Savaşı pilotu olmayı özendiği bir ulus. En çok tutulan şairin Rod McKuen olduğu bir ülkeden başka ne beklenebilirdi ki?
Konferans masasının ucunda otururken Bay Able’in kafasından işte bu tür düşünceler geçmekteydi. Yüzü sakin, dudaklarında terbiyeli, ama uzağa itici hafif bir gülümseme, tiksintisini göstermemeye dikkat ederdi.Çünkü kendi halkının Amerikalılarla işbirliğini sürdürmek zorunda olduğunu biliyordu. Ta ki bu salakların tüm ülkesini ayaklarının altından satın alma işlemi bitinceye kadar.

Bay Diamond arkasına yaslanmış oturuyor, gözleri tavanda, sorunu anlatmaya neresinden başlayacağına karar vermeye çalışıyordu. Acaba neresinden başlarsa işi kendi hatası gibi göstermeyebilirdi? «Pekâlâ.» dedi sonunda. “Şimdi biraz geriden başlayalım. Münih Olimpiyatı fiyaskosundan sonra sen FKÖ’yü kontrol altında tutacağına ve gelecekte bu tür ters propagandaya çanak tutacak şeyler yaptırmayacağına söz vermiştin.”
Bay Able içini çekti. Neyse bari Diamond söze İsraillilerin Kızıl Denizi yarıp nasıl geçtiğinden başlamamıştı. Ona da şükür.
Diamond devam etti. “Onlara bir ödün olmak üzere de… adı neydi… o herifin Birleşmiş Milletler kürsüsüne çıkıp Yahudilere istediği gibi küfretmesine izin verilmişti. Ama senin bu taahhütlerine karşın, son zamanlarda Kara Eylülcülerden bir grubun İngiltere’de Heathrow havaalanından uçak kaçırmak için senden izin aldıklarını öğrendik. Bunların arasında Münih işine karışmış olanlardan da iki kişi vardı.”
Bay Able omuzlarını kaldırdı. “Niyetleri koşullara göre değiştirmek gerek. Her yaptığımızı sana açıklamak zorunda değilim. Yalnızca bu son ödünü neden verdiğimizi kısaca söyleyeyim. Amerikan baskısının İsrail’i kendini savunmakta güç duruma düşürmesini beklerken gösterdikleri sabrın karşılığıydı. O kadar.”
“Biz de bu düşüncenize hak verdik. Pasif yardım olarak ben CIA’ya Kara Eylülcülere engel olmamaları için emir verdim. Bu emir belki de zaten gereksizdi, çünkü CIA’nın geleneksel beceriksizliği bu konuda isteseler bile bir halt edemeyeceklerini göstermeye yeter sanıyorum.”
Biz bu kadarını alıntıladık ama size kitabın tamamını okumanızı tavsiye ederiz.Bu kitabın 1979 tarihinde basıldığını aklınızdan çıkarmadan yukarıdaki alıntıların arasını güncel olaylarla doldurun. Uğraşamam diyorsanız bizim doldurmamızı bekleyeceksiniz demektir.
Daha çok kurgu roman okuyan ve yazan bir millet olabilmek dileğiyle…